Bir konser sonrası bis parçası için tekrar sahneye geldiğimde alkışlar arasından bir ses yükseldi; “Türk eser istiyoruz!”
Türk eser…
Çok severim. Ama neden ben düşünememiş, programa önceden dahil etmemiştim?!
Oysa bu coğrafyada yetişmiş bir müzisyen olarak bu toprakların ezgileriyle süslenmiş, ritmik yapısıyla güçlenmiş, farklılaşmış eserleri öğrenmek, öğretmek, yaşatmak, Cumhuriyetin o en taze, imkânı kıt zamanında bin bir emekle, oluşumla bestelenmiş o özel repertuarı seslendirmek yurt dışında konserlerde çalmak, tanıtmak, yaymak bizim görevimizdi. Bu bir borçtu! Ki nitekim kitap-kitap kolileyip Almanya’ya –oradaki resitalim sonunda babamın isteğiyle çaldığım Ulvi Cemal Erkin’in “Kağnı” parçasından etkilenen- arkadaşlarım ve öğretmenime merakları sonucu elimde ne kadar Türk piyano eseri varsa yollamamış mıydım?
Şimdi Ankara’nın ortasında benden Türk eseri isteniyordu, neredeyse birçoğunun doğduğu yerden…
Misyonun yurt içinde ve yurt dışında tanıtılacak kısmının yurt içindeki kısmı Milli Eğitimden bizim sırtımıza kalmış olacak ki, olabildiğince artık burada da çalıyor, çaldırıyorum.
Bu yazımda ve bundan sonraki birkaç yazımda da elimden geldiğince –az sayıda gelişme ve eser olduğu için- kısaca Cumhuriyet öncesi ve olabildiğince inkılap sonrası Türk müziğinin gelişimi ve özelliklerinden yine eserler üzerinden giderek bahsetmeye çalışacağım.
Dilim dönmez ya o cesarete, öngörüye; Mustafa Kemal Atatürk’ün hayalindeki Cumhuriyet’e hala dönüp bakıp şaşkınlık içinde kalıyorum. Savaş sonrası onca borç içinde, okuma yazma oranı bile çok düşükken, Anadolu kentlerinde görev yapmaları öngörülen öğretmenler yetiştirmek üzere, 1924’te Musiki Muallim Mektebi’ni kurduruyor. 1924! Müzik öğretmeni olsun ülkede diye…
Hâlihazırda var olan, 1828’de İstanbul’da görev verilen İtalyan besteci ve bando şefi Giuseppe Donizetti’nin (nam-ı diyar Don İzzettin Paşa J) reforme edip yüzyıla uyarladığı askeri bando okulu olan Mızıka-i Hümayun’u Ankara’ya getirtiyor. Şimdiye kadar yetişmiş olan müzisyenlerden faydalanıyorlar.
1935 yılında Türk hükümeti, Alman besteci, kemancı, eğitimci Paul Hindemith ile görüşüp ve öneriler istemiş ve davet üzerine Ankara’ya gelen Hindemith, Musiki Muallim Mektebi’ni, 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüştürmüş. Müzik öğretmenliği bölümünü de bir yıl sonra ayırarak, Gazi Eğitim Enstitüsü’nü açmış. Müzik eğitimcisi meslektaşı Eduard Zuckmayer’ı başına geçiriyor. Arkadaşı Carl Ebert’i çağırarak Çağdaş Türk Operasını kuruyorlar. Tiyatro, bale, piyano, keman ve yaylı diğer sazlar, nefesli sazlar, ses eğitimi anlamında çağımızı yakalamamıza yardım etmişler. Bu reform hareketinin öngördüğü, sevilen halk dizileri içinde oluşmuş melodilerden bestelenen şarkılar, okullarda öğretilen bir “okul müziği” hareketine öncülük etmiş. Marşlar, ilkokul şarkıları…
1925’te Güzel Sanatların çeşitli alanlarında öğrenim görmek üzere gençler seçtirip ve Avrupa’da çağdaşlarıyla eğitim alma şansı veriyor. Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk, takibi hiç bırakmayıp mektuplarıyla, konserlerini seyrederken ki övgüleri ve verdiği imkânlarla yetişen bu gençleri ihya edip yüreklendiriyor. Gençlerin birçoğu eğitimlerini tamamlayıp ülkeye geri dönüyorlar ve alanlarına yerleşip çalışmalarına eksik noksan demeden başlıyorlar. Kimi Ankara Devlet Konservatuvarı’nda, kimi yeni kurulan Halkevleri’nde, kimi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda, tiyatrolarda, belediye konservatuvarlarında görevlendiriliyorlar ama eksiği olan yerlerde bürokrasiye takılmadan kolayca fazladan görev alabiliyorlar. Bestecilik eğitimi alan şeflik yapıyor, solist piyanistler her ihtiyacı olana korrepetitör oluyor(eşlik ediyor), müthiş bir özveriyle misyonlarını hiç unutmadan boşlukları doldurarak çalışıp yepyeni nesiller ve örnek eserler doğuruyorlar.
II. Dünya Savaşı sırasında bile Berlin Şehir Orkestrasıyla çalmak üzere Almanya’ya, _sığınakta sabahlayıp ertesi gün_ eserlerini tanıtmak için bir grup sanatçımız gitmiş. Macar besteci Bela Bartok ile Anadolu’da halk ezgilerini toplama araştırmasına çıkan bile var.
Bu eserlerin en gözdelerinin bestecilerini ilk kuşak bestecilerimiz olan “Türk Beşleri” oluşturuyor. 19.yy’ın Avrupa ülkelerinde gelişen ulus bilinci, sanat alanına da yansıyor ve şimdiye kadar az sayıda yapılmış halk müziği araştırmalarının derinleştirilmesi, analiz edip yeniden kullanılması çok sesli hale getirilip evrenselleşmesine katkı sağlıyor. Bestecilerin ellerindeki bu verileri değerlendirerek eserlerini kendi kültür varlıklarına özgü yazmalarıyla oluşan bu “Türk Ulus Okulu”nu bu dönemde yetişen; “Türk Beşleri” başlatmıştır. Türk Beşleri’nin üyeleri; Cemal Reşit Rey (1904-1985), Hasan Ferit Alnar (1906-1978), Ulvi Cemal Erkin (1906-1972), Ahmet Adnan Saygun(1907-1991) ve Necil Kazım Akses (1908-1999) eğitimlerine yurtta başlayıp, devletin sağladığı bu bursları değermiş, Paris, Viyana ve Prag’ta tamamlamışlardır.
Ülkeye döndüklerinde bestecilikte özellikle Türk halk ve geleneksel sanat müziğinin melodik makamsal ritmik gereçlerine yer vererek ilk defa bir Türk tarzı oluşturacak şekilde Çağdaş Türk müziğinin oluşmasını sağlamışlardır.
19 Şubat 1939’da verilen bir konserde ilk kez beşinin de eseri aynı gün icra edildiği için haklarında çıkan haber ve eleştirilerde “Türk beşleri” tabiri kullanılıp benimsenmiştir.
Kapanışı yine müzikle yapalım; Ulvi Cemal Erkin’in 1943 yılında orkestra için yazdığı bir süit olan “Köçekçe” adlı dans rapsodisini dinleyelim. Bize özgü aksak ritimlerin hakkını verebildiğini düşündüğümden İstanbul’dan Borusan Senfoni Orkestrası’nı dinlemeyi tercih ediyorum. Bestecimiz eski karcığar, gerdaniye ve hicaz makamlarında yazılmış olan köçek havalarını birbirine bağlayarak ele almış, orkestra formuna başarıyla sokmuş ve bir an bile kulağımızı ayırmadan dikkatle dinleyeceğimiz bir eser bırakmıştır. Sevgiyle anıyoruz…