Günden güne curcunasını arttıran ışıklı şehirler içindeyiz. Tek tuş ile ulaştıklarımızı, tek tık ile silmek ve nereden kaç beğeninin geldiğini, kimin nereden gelip nereye gittiğini hesap etmek yegane işimiz artık. Hayır, hayır, sosyal medyayı yereceğim bir yazı olmayacak bu. Yahut bohem tavırlar ile size 21. asrın felaketlerini ve çıkmazlarını bilmem kaçıncı kez anlatmayacağım. Bu yazım, merkeziyet şuurunu yitirmiş insanlığı ele alacak.
İnsanlık tarihi kadar eskidir inanç. Teolojinin bilimsel bir disiplin olarak akademilerde kabul görmesinden önce bile, inancın manaya çağıran sesi mağaralardan, bugün hâlihazırda tüm ihtişamıyla yükselen rezidanslara uzanacak kadar da kudretlidir.
Peki inanç ve içinde tüm soru işaretleri ile bizi bekleyen kıyamet mefhumu nedir? Belli başlı, tinsel kaidelerin ve uhrevi bir son’un kendi sahasını bulduğu bir tahayyül mü? Size, bu sualin nezdimde oluşturduğu yankıyı söylemeyeceğim. Bu göreceli fikirlerin dans ettiği kaygan bir zemindir. Lâkin size söyleyeceğim bir şey var ki, işte bu tinsel olsun yahut olmasın tek hakikattir. “Öleceğini bilen insan” ve öleceğini bilen insan için “son” kavramına mana kazandırmak, insan zihninden pek tabî beklenen bir reflekstir.

Hieronymus Bosch | Dünyevi Zevkler Bahçesi (Detay) | 1503-1504
Ortaçağda apokaliptik (kıyamet) hassasiyet had safhadaydı, herkes bir son mefhumunu kendi zihninde düşünceleri ile sessizce yoğurur lâkin o “son”u bu kadar yakın bilmezdi. Günümüzde ise kime sorsanız kıyametin ayak seslerini duymaktadır. Kime sorarsanız binbir alametin oluşturduğu alamet silsilesi içinden muhakkak bir tanesine tesadüf etmiştir ve kime sorarsanız sorun herkes bir kıyametin hükmünü şimdiden kendi içinde vermiştir bile. Ama tüm bunlara rağmen, beyaz yakalı bir yalnızın, yahut tesbihi elinden düşmeyen bir mistiğin kıyameti düşünecek pek vakti yoktur.
Konu açıldığında size kıyamet ile başlayan, uzun uzadıya, mütemadiyen insanı günahkar kılan ahkâmlarını kesebilirler lâkin kıyameti, günlük yaşamlarında pek düşünmezler. Süratle akan zaman getirisi midir, yoksa teknolojinin insan beynini aldatmaya yönelik oynadığı oyunun bir başka perdesi midir bu, bilinmez… Bilinecek tek şey var ki, ortaçağın loşluğu içerisinde kendi temellerinden yükselen abideleri, günümüzün sahte ve üfürsek uçacak abidelerine ve herkese göre bir minval kazanan kaidelerine tercih ederim. Merkezimi, tıpkı ilk insanın kendi ruh dünyasında tayin ettiği manevi hassasiyetlerin ışığında aydınlatır ve kendimi bu hassasiyetlerin nesiller sonrasındaki temsilcisi bilirim. Çünkü bir merkeze sahip olmak, (ki bu hususta Frithjof Schuon’un “Bir Merkeze Sahip Olmak” adlı muazzam bir eseri vardır) bir şuura sahip olmaktır.
Elimde teknoloji devlerinin bilmem kaçıncı kez “son” olan modellerinden bir modeli mobil bir aygıt olarak taşırken, ruh dünyamdan bir gökyüzü derinliğini eksiltmem. Eksiltmemeliyim. İnternet süratlerini, kendi zihnimin süratiyle kıyaslamak ahmaklığından kaçınmalı, kendimi moderniteye mahkum etmemeliyim. Hayır, insanlık kendi elleriyle ürettiği bir mekanizmaya bileklerini teslim etmemeli.
Son’u “son” diye haykıran, bir parçada ideolojiye bulaşmış, lâkin asrın mekanik uğultusunda yitip giden seslerden değil, kendi kalbinden bilmeli insanlık. Kalbini hurafeler cehenneminde kül haline getirmemeli… Çünkü malumdur ki, beklenen kıyamet, vakti vaki olduğunda tüm şiddetini idraksiz ve her denilene inanan kalpler üzerine akıtacaktır. Üstelik kalp, gelenekte varlığın sembolüyken ve dört sayısı yaşanılan dünyayı, üstüne eklenen bir sayısı insanı ve yine üstüne eklenen bir sayısı insanın aşkınlığını temsil ediyorken ve tüm bu basit matematik hesabından sonra elimizde kalan “6” sayısının değeri Arapçada (vav; “و “ ve ibranicede (v; “ ו “) kelimeleri birbirine “ve” diye birleştiren bir bağlaca tekabül ediyorken, kimsenin kıyamet düşüncesine kapılmamanızı ve inancınızı korumanızı aziz okuyucuma tavsiye etmeyi kendime bir borç bilirim.