Bu yazı ilk olarak Zeynep Betül Koçaklı imzasıyla Gazete Hayır‘da yayınlanmıştır.
Büyük, özgür, yeşil evlerinde yakalanan maymunlar asla rahat edemeyecekleri küçük kafeslerde sıkıca tutulur. Merak ediyorum; iğnenin veya bıçağın onu acılar içinde kıvranmasına veya uyuşturmasına ihtiyacı var mıdır, artık içinden koparıldığı türüne ait olmadığını hissetmek için? Başka türlerin bireyleriyle yakın ilişki içinde olan birçok kişi, hayvanların dikkate değer bir potansiyele sahip olduğu duygusal ve entelektüel gelişimine tanıklık eder. Evcil bir köpek veya kedi iyi eğitildiğinde bir laboratuvar hayvanının asla gösteremeyeceği davranış kabiliyetleri sergileyebilir. Vahşi doğada yaşayan korkusuz hayvanları yakından izleyebilecek kadar şanslı olanlar genellikle yaşadıkları hayattan, doğanın güzelliğinden ve devasalığından etkilenirler. Bu, laboratuvar hayvanının asla yaşayamayacağı bir ortamdır, onun için sadece aynı beyaz duvarlar ve dezenfektan kokusu vardır.[1]
Hayvanların deneylerde ilk kullanımları M.Ö. 5. yüzyıla kadar gitmektedir. Tıbbın kurucusu olarak bilinen Hippocrates ve dönemin birçok düşün ve bilim insanının hayvanlar üzerinde diseksiyon yaptıkları, doğayı anlayabilmek için hayvan bedenlerini inceledikleri bilinmektedir. Bunun yanında, Aristoteles bu konudaki felsefi bir temel sunan ilk düşünürlerdendir. Antik Yunan filozoflarından Aristoteles, her ne kadar insanın bir hayvan türü olduğunu reddetmese de akıl yürütme yetisi olmayan hayvanların insan amaçları için kullanılmaları gerektiğini savunur. Ona göre doğada hiçbir şey boşuna değildir ve bu canlıların var olma nedeni insanlara hizmet etmektir. İnsan ile hayvanlar arasındaki ayırımı akıl yürütme becerisi üzerinden gerçekleştiren Aristoteles, birçok hayvan üzerinde araştırmalar yapmıştır. Yıllar sonra ise Descartes sahnede belirip “hayvanların bıçakla bir yerleri kesildiğinde çığlık atıyor ya da kızgın bir demirden kaçmak için çırpınıyor olmaları acı çektiklerini göstermez” diyecekti. Hayvanları doğanın yarattığı otomatlar olarak kabul eden ve acı hissedemeyeceklerine inan birisi için oldukça normal bir söylem olduğunu belirtmek gerekir. Aydınlanmanın bir diğer düşünürü olan Kant, daha gelişmiş bir etik kabule sahipti. Kant’ın etik yaklaşımı, bugün özellikle tıp etiğinde kabul edilen temel yaklaşımı oluşturur. Kant’a göre bir eylemin değerli olması için amaç kadar aracın da doğru olması gerekir. Kantçı yaklaşım olarak bilinen bu yaklaşımda insana özel bir önem atfedilir. Kant’a göre insan, gerekçesi ne olursa olsun hiçbir amaç için araç olarak kullanılmamalıdır. İnsana karşı gerçekleştirilen eylemler konusunda kesin sınırlamalar koyan Kant, hayvanlara oldukça farklı yaklaşır. Hayvanların kendi varlıklarının farkında olmadıklarını, bu sebeple insanların onlara karşı herhangi bir ahlaksal ödevleri olmadığını dile getirir. Hayvanların varlık amacını insanlar için kullanılmak olarak değerlendirir. Buna rağmen aynı sonuca ulaşmak için başka alternatiflerin bulunması durumunda hayvanların deneylerde kullanımını tiksindirici olarak tanımlar.[2] İnsanı doğadan üstün gören ve bu sebeple doğaya karşı her tür uygulamayı haklı gören yaklaşım, nihayet 19. yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel ve düşünsel gelişmeler sonucu sorgulanmaya başlandı. İnsanların hayvanlardan üstün olup olmadıkları, öyleyse bile bu üstünlüğün insanın her türlü davranışını haklı çıkarıp çıkaramayacağı gibi konularda gelişen tartışmalar, hayvan hakları mücadelesini doğurur nitelikte etkilemiştir. Hayvanların etik ve hukuki statüler kazanmaları ve insanlara karşı korunmaları gerekliliğine yönelik düşünce ve eylemler bugün hala devam ediyor.
Hayvan deneyleri meselesi, Türkiye’de yeterince ilgi gören bir konu değildi. Sokakta yaşayan kedi-köpeklerin denek olarak kullanılacak olması bir takım hayvanseverlerin dikkatini hayvan deneylerine çekmiş olacak ki Şubat 2014’te Orman Bakanlığı’nın çıkardığı Etik Kurullar Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelikte yer alan sokak hayvanlarının deneylerde kullanılabilmesi, deney gerçeğini gündeme getirdi. Elbette deneylerde daha önceleri de kedi ve köpekler kullanılıyordu ve hâlâ da kullanılmaya devam ediliyor. Hatta kullanılan hayvan sayısı her yıl hızla artıyor.
Bilimsel deneylerin “üstün bir amaç” için yapılıyor olduğuna inanmak, hayvanların maruz kaldığı şiddet ve işkenceyi meşru kılmakta. Türcülük, insanın kendi türünün çıkarı uğruna diğer türlerin çıkarlarını hiçe saymasıdır. İnsan-merkezli yaptığımız tüm çıkarımlar bizimle sınırlı kalmakta ve insan doğanın çok merkezli varlığını kavrayamamaktadır öyle ki; insan formuna yakın olan bir maymunun acısını küçümsemek insan-merkezciliğin ve türcülüğün basit bir örneğidir.[3] Ülkemizde türcülükle mücadele etmek çok yeni bir eylem olsa da bazı ülkelerde deney karşıtı mücadelelerin önemli kazanımları var; ama buna karşılık, deneylerin daha serbest bir şekilde yapılabileceği ülkelere kaydırılması gibi bir durum da söz konusu.
Hayvan deneyleri, hayvanların kendilerine ek olarak bir özel teçhizat piyasası yarattı. Artık bilim dergilerinde alışılmış kafeslere, cerrahi aygıtlara, şırıngalara ek olarak “kafa kesiciler”, “kemirgen sabitleme konileri”, “küçük hayvanların kalıntılarını kısa sürede homojen bir süspansiyona çeviren bir kemirgen eritici” gibi masum(!) reklamlar görmek mümkün hale geldi. Herhalde yeterince alıcısı olmasa büyük şirketler bu tür aletler üretmekle ve tanıtmakla uğraşmazdı.
Yürütülen on milyonlarca deneylerden sadece birkaçının önemli tıbbi araştırmalara katkıda bulunduğu iddia edilebilir. Üniversitelerin birçok bölümünde muazzam sayıda hayvan kullanılıyor. Kozmetik ürünler, şampuanlar, gıda boyaları ve insan hayatında önemi olmayan başka birçok maddenin test edilmesi için kullanılan hayvanların sayısı çok daha fazla. Bütün bunlar, kendi türümüzün üyesi olmayan varlıkların acısını ciddiye almama yönündeki ön yargımız sonucunda oluştu. Hayvan deneylerini savunanların, hayvanların acı çekmediğini iddia ettiğini sanmıyorum. Bunu iddia edemezler çünkü hayvan deneylerinin insanların amaçlarına hizmet ettiğini iddia edebilmeleri için insan ile hayvanlar arasındaki benzerlikleri vurgulamak zorundalar.
Hayvan deneylerine karşı duruş çok eski olsa da deneye karşı çıkanlar dikkate değer ilerleme kaydedememişlerdir. Çünkü laboratuvar hayvanı ve teçhizatı satan şirketlerden de destek alan araştırmacılar, yasama organını ve kamuoyunu, bu muhalefetin hayvanları insanlardan daha çok önemseyen bilgisiz fanatiklerin eseri olduğuna inandırmayı başarabiliyor.[4] Aksini savunanlar olsa da şu anda devam eden hayvan deneylerinin derhal sona erdirilmesini ve alternatiflere geçilmesini talep etmenin radikal bir söylem olduğunu düşünmüyor ve gereklilik olduğunu savunuyorum.
Bilimsel araştırmalar adı altında yapılan bu deneylerin söylendiği gibi üstün bir amaca hizmet etmediğini bu camiada bulunan hatta bu deneylerin parçası olan insanların itiraflarından biliyoruz. Burada deney süreçlerini anlatan yazılardan alıntı yapmak istemiyorum yalnızca bunun ne kadar ileri gidebildiğini görmek amacıyla ABD’de yer alan Havacılık Tıp Okulu’ndaki Radyasyon Bilimleri Bölümü Silah Etkileri Branşı’nın, insandışı primatlarda iyonize radyasyon ve kimyasal savunma ajanlarının davranışsal etkilerini ölçme çalışmaları için kullanıdığı Primate Equilibrium Platform (Primat Denge Platformu), kısaca PEP gibi son derece korkunç bir deneyden bahsedeceğim.
Denge performansındaki değişiklikleri kaydeden uçaktaki manuel kontrolün bir simülasyonu olan bir çalışma. Platform, hayvanın oturduğu (ve sabitlendiği) sandalye ve hayvanın tam önünde yer alan üzerinde kumanda kolu bulunan bir platformdan oluşuyordu. Bilgisayar tarafından kontrol edilen sandalye eksen eğiminde yalpalıyor, hayvan elindeki kumanda kolu ile platformun düz pozisyonunu sürdürebiliyordu. Ağırlıkları 5-9 kg arasında değişen Rhesus maymunları, bu platformu kullanmak üzere eğitildiler; eğitim aşamalardan oluşuyor ve bir aşamayı tamamlamadan diğerine geçilemiyordu.
Birinci aşama sandalye adaptasyonuydu: beş gün boyunca günde bir saat sandalyede oturtuluyor (yani koltuğa bağlanıyorlar), beşinci günün sonunda sakince sandalyede oturan maymun sonraki aşamaya geçiyordu.
İkinci aşama ise, kumanda kolu adaptasyonuydu: buradaki amaç, hayvanın kumanda koluna dokunmasını sağlamaktı maymunlar PEP koltuğunda tutuluyor. Koltuk ileri doğru itiliyor ve maymunlara elektrik şoku veriliyor. Bu durum maymunların koltukta ters dönmesine veya platformu ısırmasına neden oluyor. Bu davranış kumanda kolunun hemen üstündeki eldivenli ele yani deney görevlisinin eline yönlendiriyor. Maymun ele dokununca şok kesiliyor ve gün boyu aç bırakılmış olan maymuna bir kuru üzüm veriliyor. Bu işlem her maymun için beş ila sekiz gün boyunca günde yüz defa tekrarlanıyor.
Üçüncü aşamada hedef, kumanda kolunu oynatma: Bu aşamada PEP öne itildiğinde maymunun sadece kola dokunması şokun kesilmesine yetmiyor. Maymun kolu çekinceye kadar şok sürüyor. Bu işlem günde yüz defa tekrarlanıyor.
Dördüncü, 5. ve 6. aşamalarda hedef, kolu ileriye itme ve geri çekme: Bu aşamalarda PEP geriye itiliyor ve maymun kolu ileriye itene kadar şoktan kurtulamıyor. Sonra PEP yeniden öne itiliyor ve maymun kolu geriye çekmeyi öğrenmek zorunda kalıyor. Bu işlem günde yüz defa tekrarlanıyor. Sonra platform rastlantısal olarak ileriye ya da geriye itilmeye başlıyor ve maymun uygun tepkiyi verinceye kadar şoka maruz kalmaya devam ediyor.
Bu aşamayı geçtiklerinde ise yapmaları gereken son şey, çalışır durumda olan kumanda kolu ile platformu çoğunlukla düz konumda tutup şoklardan kaçınmaktı. Kuru üzüm alabilmek için doğru hareketleri yapmaları ise eğitim süresince aç bırakılmaları ile sağlanıyordu ve bu eğitim çalışması, yüzlerce maymunda yapıldı. Maymunların binlerce kez şoka maruz bırakıldığı bütün bu eğitim süreci gerçek deneye hazırlıktan başka bir şey değildi. Platform hep yatay durumda tutabilecek düzeye erişen maymunlar, öldürücü veya neredeyse öldürücü dozlarda radyasyona maruz bırakılıyor ve bu durumdaki hayvanların ne kadar süreyle uçmaya devam edebileceği gözlemleniyor. Aldıkları radyasyon nedeniyle mide bulantısı çeken ya da kusan maymunlar, bir yandan platformu yatay tutmaya çalışmak zorundalar, yoksa sürekli şok yiyorlar. PEP testlerinde, (çoğunluğu rhesus) binlerce hayvan kullanıldı. Hayvanların temini de sorun değildi çünkü 1972’de Hindistan’dan elli bin rhesus ithal edilmişti ve ABD kendi kolonisini çoktan kurarak dünyada 1 numara olmuştu. İnsandışı primatların kullanıldığı askeri deneyler, uzay çalışmaları da dahil olmak üzere pek çok alanda devam etti ve öldürülen hayvanlar birer numaradan ibarettiler.[5] [6]
Dünya genelinde her yıl 115.3 milyon hayvan deneylerde kullanılıyor ve öldürülüyor. Bu sayı tahmini, çünkü bu alanda da kayıt dışılık söz konusu. Gerçek sayı, bunun çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Ülkelerin büyük bir bölümü (%79), istatistikleri yayımlamıyor. Ancak, deneylerde kullanılan hayvan sayılarının en yüksek olduğu ülkeler, ABD, Japonya, Çin, Avustralya, Fransa. Kanada, İngiltere, Almanya, Tayvan ve Brezilya. Birçok sektörde hala hayvan deneyleri kullanılamamakta. Bunlardan biri kozmetik sanayii, hayvanların üzerinde sonunda ölüme götüren sakatlanma ve yaralanmalara yol açan testlerin yapıldığı bir sektör. Avrupa Birliği, 2013’te kozmetik sanayiinde hayvan deneylerini yasakladı. Ancak, birçok firma, özellikle hayvan deneylerini şart koşan Çin gibi ülkelere sattıkları ürünleri yine hayvanlar üzerinde deniyor. Bu nedenle, hayvanlar üzerinde deney yapmadığını bildiren birçok firmanın ürünleri üzerinde “Except when required by law” (Yasalar tarafından zorunlu kılınmadıkça) ibaresi yer alıyor. Çin’deki laboratuvarlarda 300.000’den fazla hayvan kullanılıyor. Bu alanda, Çin’in pazar payı, 32 milyar dolar.[7] İşlenmiş gıda sanayii, kozmetik, biyotıp ve ilaç sanayii büyük ölçüde hayvan deneylerine dayanıyor. Bir sokak hayvanının veya evinizdeki şirin dostunuzun aynı şekilde şiddete maruz bırakılmasına asla izin vermezdiniz fakat “insanın faydası” için laboratuvarlarda işkence ile katledilen hayvanlar pek de kimsenin umrundaymış gibi görünmüyor. Hayvanlara yöneltilmiş şiddetin bilim etiketi ile laboratuvarlarda uygulanıyor olması, bu işin gerçekliğini değiştiremez. Bu yanılsama insanın ikiyüzlülüğünün göstergesidir. Üstelik gelişen teknoloji sayesinde bilimsel deneylerde hayvanlar dışında çalışmaları devam ettirecek uygulamalar, alternatifler varken. Bir röportajında Dr. Oğuzcan Kınıkoğlu hayvan deneylerinin gelenekten ve kişisel çıkarlardan ibaret olduğundan bahsediyor. “Yalnızca Türkiye’de her yıl 450.000 hayvan deneylerde kullanılıyor. Hangi ilacı bulmuşuz? Hangi hastalığın gelişimini ya da tedavisini aydınlatmışız? Çok az, ancak hayvan deneyleri sayesinde birçok kişinin doçentlik dosyasını doldurduğumuza eminim.”[8]
Birilerinin hayvan yaşamını doçentlik dosyasını dolduracak, kariyerinde adım olarak görmesi, hayvan deneylerinde gelinen noktanın ne kadar yüzeysel ve amaç dışı bir yere sahip olduğunu gösteriyor. Hayvanlara yöneltilen her türlü şiddettin karşısında durmalıyız. Şiddetin sterilize edilerek laboratuvarlarda, bilim uğruna uygulanması bunu kabul etmemiz için bir sebep olamaz. Üzerindeki başlık ne olursa olsun hiçbir üstün amaç hissedebilen bir canlıyı acımasızca şiddete maruz bırakmayı meşru kılamaz.
———
[1] Richard D. Ryder, Animals, Men and Morals: An Inquiry into the Malthreatment of Non-humans, Newyork, 1971.
[2] Kolar R. Animal Experimentation, Council of Europe Publishing eds, Ethical Eye Animal Welfare. 1st ed. Belgium: Council of Europe Publishing; 2006
[3] 2911 dergi, 1.sayı s.34.
[4] Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, Ayrıntı Yayınları, 2005.
[5] “Training Procedure for Primate Equilibrium Platforms”, U.S. Air Force, School of Aerospace Medicine, Rapor No. USAFSAM-TR-82-24, Ağustos 1982
[6] Yağmur Özgür Güven, Primat Denge Platformu Deneyleri.
[7] http://www.dailymail.co.uk/femail/article-3127995/The-cruelty-free-cosmetics-make- brands-testing-animals-abroad-ones-trust.html
[8] https://yesilgazete.org/blog/2018/06/02/hayvan-deneyleri-sicani-oldurmedigim-icin-ne-kaybettim-ya-da-oldurenler-ne-kazandi-bilmiyorum/
Bu yazıyı facebook sayfanızda neden paylaşmadınız?