Daha önce “bir tarifin hikayesi: TAZE PEYNİR” öyküsüyle sayfamızı destekleyen takipçimizin yeni hikayesi Darbeler ve Fareler yine çok sıcak ve samimi.
Önceki hikaye için: https://akilfikir.net/bir-tarifin-hikayesi-taze-peynir/
FARELER VE DARBELER
Herkesin korkuları vardır. Bu korkular günlük yaşamını etkilemediği sürece insanla yaşar gider. Ben de korkuyordum, hem de çok. Herkesin bildiği ve çoğunun da korktuğu bir şeyden: farelerden! Korkuyordum diyorum çünkü bu seneler seneler evveldi…
1983 kışıydı. Ülkede herkesin korktuğu başına geleli üç yıl olmuş, askeri darbenin şiddeti tüm ülkeyi sarmıştı. Bugünlerde tekrar gündeme oturan “aniden işsiz kalma travması” o günlerde de binlerce aileyi fırtınaya yakalanmış bir yaprak gibi savuruyordu. Savrulan o yapraklardan biri de bizdik. Ben, kocam ve iki küçük oğlum. Eşim ve ben işimizi kaybetmiştik. O güne kadar birikim yapmayı da hiç düşünmediğimiz için bir anda beş parasız kalmıştık. Biriktirebildiğimiz tek şey, ülkemizin geleceğine dair hayallerimizdi ve cebimizde hayallerimizden başka hiçbir şey kalmamıştı. Ama her şeye rağmen hayat devam ediyordu ve iki küçük çocuğumuzla birlikte hayatta kalmalıydık. Daha ekonomik olduğu için yeni bir eve taşındık. Ankara’nın ucuza ev kiralanabilecek semtlerinden birinde, altyapı yoksunu, birbirlerinin üzerine devrilecekmiş gibi duran ve birbirlerine hiç saygı duymayan yüksek binaların bulunduğu bir yerdi burası. Binalar birbirlerine saygı duymuyordu diyorum çünkü hepsi birbirinin güneşini ve manzarasını kapatmak için yapılmış çok katlı gecekondulardı. Gereksiz bir sürü pencereye rağmen ev hiç güneş almıyordu. Üstelik tüm pencereler beyaza boyalı demirlerle koruma altına alınmıştı. Güneş almayan, karanlık ve soğuk bir cezaevi hücresinde yaşamaya başlamıştık. Tüm bunlara rağmen başımızı sokacak bir evimizin olması duygusu bize güven veriyordu.
Isınma sorununu nasıl çözecektik? En büyük sorunumuz buydu. Küçük bir gaz sobamız vardı ama evi sürekli ısıtmamız mümkün değildi. Sobayı idareli bir şekilde kullanmaya karar verdik. Sobanın yanmadığı zamanları hastalanmadan geçirmek için çareler düşünüyordum. Bulduğum en iyi çözüm zamanla bir rutine dönüşmüştü. Öğlen çocukları alıp ebatları beşe metreye üç metre olan beton bahçeye çıkarıyordum. Bu bahçenin de çapı bir metre olan küçük bir kısmı güneş görüyordu. Çocukları o alanda birkaç dakika tuttuğumda mutlu oluyordum. Sonra onlar beton bahçede koşturuyor, farkında olmadan ısınıyorlardı. Onlar koştururlarken ben de başımı kaldırıyor bir avuç gökyüzünde umudu buluyordum. O küçücük mavilik bana güç veriyordu. Bu rutin bize hayat vermişti.
Birgün küçük oğlum seslendi: “Annee, Şirinler başladı haydi birlikte seyredelim!” Yanına gittiğimde ellerinin buz gibi olduğunu gördüm. O gün yeni bir ısınma yöntemi daha geliştirdim: Saklambaç. Evin içinde saklambaç oynamaya başladık. Evin tüm odaları oyun alanımız olmuştu. Oyunu mümkün olduğunca hızlandırıyordum. Oyun bittiğinde çocukların solgun renkleri pembe pembe oluyor, ben de hemen atletlerini değiştirip onları kalın yün yorganların altına sokuyordum. Sonra devreye Adile teyzemiz giriyordu. Onur, Barış, Ayşe, Deniz, Fidan… diye seslenip tüm çocuklara birbirinden güzel masallar anlatıyordu. O masalları dinlerken yavrular uyuyakalırdı. Onlar uyuduklarında içimi bir huzur kaplıyordu. Hem üşümüyorlardı hem de gazdan tasarruf edebiliyordum.
Tüm bu yokluk ve yoksulluğun içinde derinlerimdeki korkunun, sürekli evin köşelerini gözlememe neden olan tedirginliğin tek bir ismi vardı: fareler. Hayatın o dönemki tüm zorluklarına göğüs geriyordum ama fare korkusu karşısında acizleşiyordum. Evin şartları da fareler için uygundu ve komşulardan birkaç fare hikayesi dinlemiştim. Neyse ki evimize gelen bir misafir henüz yoktu.
Günler birbirinden kötü haberler ve zorluklar eşliğinde akıp gidiyordu. Televizyonda yirmili yaşlarda, pırıl pırıl gençlerin fotoğrafları yayınlanıyor, bu “teröristleri” ihbar edenlere ödül verileceği söyleniyordu. Suçları taciz, tecavüz, yağmacılık veya hırsızlık değildi. Sokak ortasında kadın öldürmemiş, küçücük çocuklara kötülük yapmamışlardı. Anayasanın 141 ve 142. maddelerini tağyir, tebdil ve ilgaya teşebbüs ettikleri söyleniyordu. Türkçesini şöyle söyleyebiliriz: Daha demokratik, daha zengin, barış ve sevgi dolu bir ülke kurmak istiyorlardı. Bunun için halkı isyana teşvik ettikleri de söylenenler arasındaydı. Bence insan isyan edecekse sevgi için, aşk için, barış için isyan etmeliydi. O zaman da öyle düşünüyordum şimdi de öyle düşünüyorum.
Tabii böyle düşünmenin bedeli bu topraklarda hep ağır oldu. Kocam birgün eve; her zamanki halinden başka, mutsuz ve anladığım kadarıyla kara bir haberin ağırlığıyla gelmişti. Evi hemen terk etmemiz gerektiğini söylediğinde hemen anlamıştım. İşimizi kaybetmiştik şimdi de hayatlarımızı istiyorlardı. Hemen toparlanıp yanımıza birkaç kıyafet alıp yollara düştük. Akrabalarımızda, arkadaşlarımızda güvenli olabileceğini bildiğimiz her yerde kısa aralıklarla kaldık. Misafir olduğumuz yerlerde nasihat dinlediğimiz de oldu, desteği tam yüreğimizde hissetiğimiz de. İnsanlarla tanıştık. Yeniden ve yeniden tanışır insanlar insanlarla. Biz de o koşullarda bunu yaptık. Başımıza bunlar gelmeden de söylediğimiz gibi yaşamaya çalışıyorduk. Çünkü yaşadığımız her şeyi göze alarak çıkmıştık yola. Yaklaşık üç ay boyunca göçebe bir kaçak hayatı yaşamıştık.
Tehlike bitmiş eve dönme zamanı gelmişti.Bir sürü insanla yeniden tanışmanın hafifliği ve eve dönüşün heyecanıyla mahalleye döndüğümüzde, perdeler, kapalı her şey normal görünüyordu. Usulca kapıyı açıp eve girdik. O da ne? Dayanılmaz bir koku evi kaplamıştı. Yoksa biz yokken evde birileri yaşamış ve evi berbat edip gitmişler miydi? Ya da evde bir ceset mi vardı? Kokunun tarifi imkansızdı ve hemen nedenini bulmalıydık. Mutfağa girdiğimde yaşadığım duyguyu anlatamam. Yaşadığım onca şeye rağmen hissetmediğim çaresizliği o an yaşamış ve çığlığı basmıştım. O zamanlar böyle lüks mutfak dolapları yoktu. Gerçi olsa da bizim evde olma ihtimali de yoktu. Mutfak duvarlarında basitçe monte edilmiş raflar vardı sadece. Orta sıradaki rafın üzerinden etrafa fildir fildir bakan üç tane yavru fareyle göz göze gelmiştim. Donakalmışım. Çığlığıma gelen kocamın yardımıyla kendime geldiğimde esas gerçekle yüzleşmiştim. Evimiz lağım farelerinin istilasına uğramıştı. Bizim terk ettiğimiz yuvayı onlar kendilerine yuva yapmışlardı. O yavruların annesi, babası, amcası, dedesi, yengesi… kısaca bütün sülalesi evi işgal etmişlerdi. Lavabonun altındaki boruyu kemirerek içeri girmişler ve yokluğumuzda krallıklarını ilan etmişlerdi. En büyük korkumla bu şekilde yüzleşiyor olmak bütün yaşananların üzerine çok fazlaydı. Tir tir titriyor bir yandan da düşünüyordum. Eskiden olsa çoktan koşarak evi terk etmiş ve o eve girmemeye yeminler etmiş olurdum ama bu sefer öyle olmadı. Burası benim yuvamdı ve gidecek başka bir yerim yoktu. Ben gitmeyecektim. Onlar gidecekti. Ülkeyi ele geçirmiş farelerden üç aydır kıyı bucak saklanıyordum ve artık hiçbir yere gitmeye niyetim yoktu. Üstelik artık farelerden tiksinmiyor ve dahası korkmuyordum. Onlar bana hiçbir şey yapmamıştı ömrümce. Bana işkence etmemiş, hapse atmamış, haksız yere beni işimden ekmeğimden etmemişlerdi. Yalan söylememiş, arkamdan konuşmamışlardı. Bütün bunları yapan tek bir canlı türü tanıyordum ve onların en azılılarına bile eyvallah etmemiştim.
Evimi farelerden geri alacaktım. Hemen işe koyulduk. Ve burada anlatamayacağım yöntemlerle fareleri kısa sürede evden uzaklaştırdık. Anlatamayacağım diyorum çünkü artık fareler de dahil tüm canlılara karşı sonsuz bir sevgi besliyorum. O zamanlar yavrularını korumak zorunda kalan bir dişi aslandım ve farelere acıyacak kadar insaf, o dönemde benim için lükstü…
Kısa sürede evimizi geri aldık. Bize birçok mutfak eşyasına ve yeni bir mutfak tesisatına mal olmuştu ama muharebeyi kazanmıştık. Fare muharebesini izleyen günlerde fareleri ve yaşadıklarımı çok düşündüm.
Bugün bu olayla ilgili söyleyebileceğim bir şey var. Fareler ve darbeler birbirlerine çok benziyorlar. İkisi de uzaktan bakıldığında korku ve tiksinti veriyor. Ama farelere daha yakından baktığınızda bu duygularınızdan kurtulabilir hatta onları sevebilirsiniz. Ama darbelere neresinden bakarsanız bakın hep aynıdır.
Sevgiyle kalın…