Kasım güneşiyle güç kavgasına girmiş bulutların altında, kendinden önce deniz kenarındaki çay bahçesine ulaşmaya çalışan gölgesini takip etti adımları. Denizin üzerinden kara bir kötülük karaya, onun üzerine doğru çullanırcasına koşar adım yaklaşıyordu. Camekânlı bölmenin güvenli duruşuna bir an önce ulaşabilmek için gölgesini hızlandırdı. Aslında kendisini -iyi ya da kötü şekilde- farklı hissetmesine neden olabilecek hiçbir sebep yoktu günün yaşanmışlığında. Ama bir şekilde kendini suyun üzerine atmaya çalışan balık gibi nefessiz hissediyordu işte. Cam bir fanusun içinden güneşin denizde boğulmasını izlerken, bir bardak demli çayın sıcağına sığınmak ve yapabilirse İvan İlyiç’in Ölümü üzerine düşünebilmek istiyordu.
Şimdi, hava bu hale gelince üzerinde emanetmiş gibi duran ya da farklı bir dünyadan gelmiş birini anımsatan, kısa kollu gömleği ve güneş gözlüğüyle girdiği, çay bahçesinin kumsalı gören masasında, kendisinin farkına varacak bir garsonun, ilk dileği olan demli sıcak çayı getirmesini beklemeye başladığında, gökyüzü –onuda kendisine eşlik etmeye özendirircesine- taşıyamadıklarını yeryüzüne boşaltmaya başlamıştı. Oturduğu bu yerin bir çay bahçesi değil de, içinden geçenleri uyuşturabileceği bir balıkçı meyhanesi olmasını diledi bir an. Hastane odasında onu bıraktığından beri, düşündükleri ve yaptıklarının bir uyumu olmadığından dolayı meyhane yerine bu çay bahçesinde bulmuştu kendisini.
Gerçi önemli bir şey değildi, Nergis’in hastaneye yatış nedeni, sözü dahi edilemeyecek kadar basit bir operasyondu sadece. Onun düşündükleriyle yaptıklarını farklılaştıran, bu basit işlem ya da narkoz alacak olması değil, yanından ayrılırken Nergis’in söyledikleriydi. Beni merak etmeyi bırak lütfen, sen hayatımda yokken de ben yaşıyordum, bunu aklından çıkarma demişti, aşık olduğu kadın. İlk defa -tamı tamına bu sözcükler ile olmasa da- buna benzer şeyleri söylediği zaman geldi aklına. Üçağız’da yüzerlerken yüzünde farklı bir şey gördüğünde ve ona yardım etmek için yanına yaklaşıp, daha fazla açılmayalım istersen dediğinde de benzer şeyleri duymuştu, korkularının arasında. İki farklı şeyin birleşmesiyle bir bütünün doğallığı ve masumiyetine kavuşan o büyük topluluğun, onu nefessiz bırakıp kendinden çalmasından korktuğu o gün. Yüzündeki bütün o yorgunluk izlerine rağmen daha da derinlere yüzdükleri o gün.
Garson, çayı masaya bırakıp giderken camdaki siluetine bakar buldu kendini. Dışarıda ki korkutucu şeylerle arasında kalan şey, kırlaşmış saç ve sakalıyla olgun bir adam izlenimi bırakıyordu. Yaşanmışlıkların bıraktığı izler yüzünde hayal meyal seçiliyordu. Sağlığı yerinde görünen bu şeyin, neden burada ve bu şekilde canlı bir görünüme sahip olduğunun hiçbir anlamını bulamadı. Kırk küsur yıl sonunda, burada, bu çay bahçesinde… Nefes alacağı son anda, kiminle ve nerede olacağı kadar belirsiz geldi görüntü, hayatının anlamının öznesi gördüğü kadının sözcükleriyle doluyken. İvan İlyiç kadar yakın değildi üstelik yok oluşuna.
Uzun yıllardır sorduğu, neden nefes alıyorum ve gerçekte doğru olan şeylerimi yaşıyorum sorusuna yanıt aramıştı kitaplarda. Kitaplarda aradığı yanıt, bir gün bir deniz kenarında gülümsemişti kendisine. Birlikte kahvaltı yapmışlar, dolaşmışlar bütün bir hafta sonunu tüketmişler ve o andan sonra o soru, bir hayal gibi kaybolmaya yüz tutmuştu bu güne kadar. Tam şu anda, bu saçları aklaşmış görüntüye bakarken bu sorunun yeniden karşısına dikilmesinin sebebi, kendi varoluş soruları değildi. Ya da belki öyleydi ama farklı bir soru işaretiydi. Kendisi hayatının anlamının öznesini bulmuştu ama ya bu özne için kendisi ne anlam ifade ediyordu? Nergis’in varoluşunda, nerede konumlanıyordu bu camdaki görüntü?
Birlikte yaptıkları keyifli şeyleri, yolculukları, tükettikleri şişeleri, söylemeye çalıştıkları şarkıları getirdi, çaydan aldığı sıcacık yudum. Nergis’in de onunla birlikte, o anlarda çok mutlu olduğunu görmeyen gözler bile görürdü. Ama sadece o anlardan oluşmuyordu üç küsur yıl. Ayrılıklar, kırgınlıklarda bu iki hayata aitti ve sonuçta ondan öncede Nergis’in bir hayatı vardı, sonrasında da olacaktı. Öyle ya çalışan, kendi ayakları üzerinde durabilen, boyundan büyük çocukları olan bir kadındı o. Bazı zamanlarda kendisinden yardım isteyen gözlerle baksa da, sonuçta bir bireydi. Hangi birey, zaman zaman yardıma ihtiyaç duymazdı ki?
Nergis’in ve kendi yaşadıklarını karşılaştırsa, emindi ki kendisinden daha başarılı ve topluma uyumlu bir hayatın hakkını teslim ederdi. Ama yine de onun için endişelendiği ve merak ettiği, onun başına kötü şeyler gelmesin diye uyarılarda bulunduğu anları hatırladı. O anlar, arkalarında bıraktıkları, gülümseten anılardı artık. Sonuçta hangimiz hata yapmıyordu ki hayatta? Kendisi değil miydi oğullarına hata yapma özgürlüğünüzü kaybetmeyin, ama hatalarınızdan ders çıkarın, hayat böyle anlam kazanan bir şey diye öğüt veren. Oğulları ve kendisi için doğal olan hata yapma özgürlüğünü, Nergis için neden kısıtlıyordu? Bütün kötülüklerden saklayabilir miydi, cam fanusta koskoca bir hayatı?
Kendi hayatını sorguladığı bazı zamanlar, dalgaların kıyıya savurduğu kum tanecikleri gibi her şeyin dışında hissederdi kendini. Platonun hayalinden devşirilen modern dünyada, tutunamayan,zavallı kum tanesi. Kendisiyle birlikte kıyıya atılmak istenen, ama inatla dalgaya tutunup denize dönmeye çabalayan diğer kum taneciklerinin, kumsala vuran dalgalarla savaşına tanıklık ediyordu, bir çay bahçesinin masasında, çayının sonunu yudumlarken.Platon’un Devlet isimli ütopyasını, birlikte okudukları zaman geldi gözünün önüne. Nergis hayata yeni gözlerini açmış bir çocuğun masumiyetiyle, bu ütopyanın içinde sevinçle kaybolmuş, her satırı -suyun gözünde bulanabilecek saflıkla- sindirmeye çabalamıştı.
Nergis ile yarı sert tartışmaları hep olmuştu, Platon bile bu duruma bahane edilebilirdi aralarında. Kahve içmek amacıyla gittikleri kafeteryada olduğu günkü gibi. Tartışma tam kızışmışken, ortak tanıdıkları genç, ödüllü şair öğretmen girmişti kafeteryaya. Masaya davet edildiği anda tartışmanın ortasında kalmıştı. Ayrıca komünist diye de biliniyordu. Ne çok titri vardı adamın, ve bir o kadar özgüveni. Faşist diye tanımlamıştı Platon’u. Mükemmel bir toplum yaratmak için kast sistemine başvurduğu için. Hitler’den ne farkı var diye eklemişti, gülen gözleri ve kocaman özgüveniyle. Sözcükleri kullanmasını biliyordu adam. Ne çok iticiydi sözcükleri ne de boşluk bırakıyordu anlatırken kendini.
Nergis, sözcüklerin büyüsüne kapılmış bir anda Platon karşıtlığına soyunmuştu adam ile birlikte. Sözcüklerin etkisini düşünmüştü o an. Sözcüklerden kurulu olsaydı demişti dünya -kendi kendine- ne güzel olurdu. Ütopik bir gelecek için, tarihsel süreçlerin gerekliliğini anlatsa biri ve o anlatırken, yaşanması gereken sosyalizm bütün çirkinliklerden saklansa. Genç adam, çarpıp, bölüyor, toplayıp, çıkarıyor, güzel sözcükler ile sınıflandırıyor, kategorize ediyor ve sonuçlandırıyordu. Proleterya diktatörlüğü, başka bir şekil alıyordu sözcüklerinde. Sanki diktatörlük sözcüğünün içi boşalıyordu, güzel bir zorunlu gelecek için. Ama hep güçlüler yönetecekti dünyayı, öyle söylüyordu. Güçlü olmak gerekliydi bu geleceği kurabilmek için, kadın erkek fark etmeksizin. Toplum, hem anne, hem baba, hem yargıç, hem cellattır demiyordu bir türlü. Aslında o ütopik hedeflere giden yollar farklı anlatılsa da, hiçbir zaman insan olma belirsizliği kabullenilmiyordu. Bu genç adam gidip, onun yerine komünizm değil de başka bir ütopya kurmaya kalkıştığında başka biri, Tanrı çobanımdır diye dua etmese diye düşünmüştü. Arkasına yaslanıp, ne güzel anlaşabiliyor bu güzel insanlar diye iç çekmişti, kıskançlıkla. Kum tanesi, yine kıyıya savrulmuştu.
Öğretmen, müsaade isteyip kalkarken yepyeni bir tartışma bırakmıştı miras olarak. Erkek ile kadın arasındaki kollama ya da kontrol mekanizması. Bu erkek egemen toplumun bütün genlerinde vardı. Toplumun kadın üyeleri dahi “maçoluk” kavramıyla geleceğe taşınmış bu genlerin meşruiyetini kabul etmişlerdi. Bu kırılırsa, dünya gerçekten yaşanılır olurdu. Nergis, şimdi böyle söylüyordu, doğrudan kendisine.
Ellerini, çay bardağını keşfederken buldu masada. El yordamıyla tanımlamaya çabalıyordu sanki, dünyayı. Evet böyle bir toplumda bu hissettiklerinin, bugün ona bu şekilde hissettirmesinin bir anlamı olmadığını da kabul etmeliydi belki. Kum tanesiydi kendisi. Ama ya İvan İlyiç yüzünden ya da deniz ve gökyüzünün Nuh’un hatırına affedilmiş insanlığın, yeniden cezalandırılmasını gerekli gördükleri izlenimi veren görüntülerinden dolayı, olmakta olan şeylerin, olması gerektiği gibi olamadığı duygusundan kurtulamıyordu işte. Denizin azgınlığından kendini kurtarıp, parasını vereceği sürece, burada olan her hizmeti satın alabileceği izlenimi veren, garsonun yumuşak başlı görüntüsünü aradı gözleriyle. Sıcak bir çay, yeniden o mutlu tatillere geri götürebilirdi onu.
Garson ilk dileğini ikinci defa yerine getirirken, o mutlu anıların, görüntülerini yakalamaya çalıştı zihninde. Tatiller konserlere karışıyor, ikisi birden bir rakı masasının kadehlerine doluyor, sonra sarmaş dolaş bir çift, müziğin son ritmiyle dansını tamamlayıp, yerlerini ak saçlı siluete bırakıyordu. Siluetin ötesine odaklandı. Parıldayan güneşin altında derinliklerinin güzelliklerini sunan o büyük topluluğun, en ufak bir karmaşada kudurarak vahşi bir hayvana dönüşmesini seyretmeye koyuldu. Bu vahşi hayvan, ne kendisinin ne de Nergis’in varlığıyla ilgileniyordu. Tek düşüncesi, bir makine düzeninde işleyen gelgitlerinin gereğinin, olması gibi gerçekleşmesiydi. Dünya, bazen sakin, bazen kudurmuş bu makinenin oyuncağıydı. Zamanda, işlevini yitiren şeylerin, yerine yenisini koyan bir tamirci. Ne İvan İlyiç’in çocukluğundan bir şey kalıyordu geriye, ne de Nergis’in gülen yüzünden.
İçinden, ağzına ve bütün benliğine yayılan, tarif edilmesi güç bir berbatlık hissine kapılmış, kıyıyı döven dalgaların arasında bakışını kaybettiği anda, bir karaltıyla başlayan kopuş gibi, -günün her saati ülke ekonomisinin ne kadar iyi durumda olduğu haberlerini en yetkili ağızların tanıklıklarıyla anlatan- önemli bir haber kanalının, televizyondan yayılan anonsu çekip çıkardı kendisini olduğu durumdan. Ekranda bütün çekiciliği ve kusursuz makyajıyla bir kadın, yüzünde bütün anlamları içerebilen mimiklerinin sakladığı dudaklarıyla, doğup büyüdüğü, küçük ama sevimli Ege şehrinden bahsediyordu. Otuzlu yaşlarında bir hemşerisi, yine otuzlu yaşlarda olan karısının kafasına bir kırma tüfekten çıkan saçmaları doldurmuştu. Parmaklarının ucunda, o tüfeğin tetiği varmış da, pişmanlığın fayda etmeyeceğini bilircesine kasıldı elleri.
Masaları işgal eden bütün karaltılara baktı hızlıca, genç bir katil adayı, yanındaki tombulca genç kadının ellerini tutuyor ve yanağına bir öpücük konduruyordu. Bundan yıllar sonra, o öpücüğe yeteri kadar karşılık hissetmediği zamanlarda, tombul bedene zorla sahip olmakta bir sakınca görmeyecekti aynı genç adam. Kadının itirazları, yalnızca başka bir erkek ihtimalini çağrıştıracak ve açık saçık giyinme söylemleri ile iyice ısınacak sıcak gecenin sonunda, güneş her ikisi içinde doğmayacaktı. Yüzüne yorgunluk çökmekte olan garson, ona doğru yürürken, -ileri ki bir tarihte, sırf karnını doyurduktan sonra çay servisi yapmayan karısını dövdüğünde, bir savcının karşısında söyleyeceği, pişmanlık sözcüklerine çalışır gibi- kendi kendine mırıldanıyordu. Bir kadın, çocuklarını doğuracağı vahşinin gecikmesinden faydalanıp, telefonunda –büyük ihtimalle sosyal medya hesaplarının içinde- kayboluyordu. İş yerinden arkadaşlarıyla, gidilecek eğlence yerinin planları yapılıyordu belki. Beklediği kişi olmadan gittiği bu gecelerin, geleceğinde önüne çıkarılacağını düşünemeden. Muhtemelen, kaynanasının ya da kendi annesinin kızım yeter kocan ve çocukların ile ilgilen, o telefonu elinden düşürmüyorsun söylemiyle tetiklenecek karabasanın, şimdi onun -bir gecelik de olsa, kafasını dağıtmak için kullandığı- sosyalliğine açılan tek kapı olduğunun farkında olmadan.
Masanın üzerine, hızlıca bir miktar para bırakıp, kendini yağmurun gücüne teslim etti. Nuh’tan beri, yeterince günah biriktirmiş bu kalabalıktan kurtulabilirmişçesine, kaçmak istiyordu kabaran dalgalardan. Öfkesi kabarmış gökyüzünde, güneşin hakimiyeti sona ermiş gibiydi. Hızlı adımlara bıraktı kendini. Nereye gideceğini ya da ne yapmak istediğini bilmeden kendisini sürükleyen ayakları, denize ulaşamayan yağmur birikintilerinin içinde artık sırılsıklamdı. Şehrin medeniyet ile kavuşmasını sağlayan asfalt zeminin kayganlığına hayret ederken gözleri karardı. Doğal olmayan güçlü bir ışık huzmesinin altında, asfalt zemine dağılmakta olan, kendinden şeylerin ayırdına varmaya çabaladı.
Cumhurbaşkanı, Amerika’ya sığınmış diye fısıldadı arkasında biri. Yanı başında-gözlerinden süzülen, birkaç damla mutluluk gözyaşıyla- çok şükür dediğini duydu, bir kadının. Cumhurbaşkanı’nın karısını tanıdı. Onun yanında Diyanet İşleri Başkanı, Aile Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı vardı. Arkalarında, rektörler, profesörler, iş adamları, öğretmenler kadınlı erkekli. Bir spor salonunun zeminine, sıra sıra dizilmiş sandalyeleri işgal ediyorlardı hep birlikte. Bu kalabalığın üç tarafında, tek parça beyaz üniformalı kadın bedenlerinden oluşan, duvar yükseliyordu. Karşısında, yüksek bir kürsüde cüppesiyle oturan kadının başı yoktu. Başı olmayan kadının yanında, cüppeleriyle, boğazı kesilmiş başka bir kadın ve çok genç yaşta, güzel bir kız oturuyordu. Bir minibüse, akşamüstü, tek başına binmek gibi büyük bir hata yapan, bu genç kızı hatırladı. Çaprazında Nergis vardı, kırmızı renk cüppesiyle. Tanık kürsüsünde, annesi, kız kardeşi ve boşandığı eşi. Yıllardır örgütlü bir şekilde diye yüksek sesle konuşmaya başladı cüppeli başsız kadın…
Adnan cok guzel devam et bu sekilde birakma.???
Teşekkür ederim. Bazen değil yazmak, nefes dahi almak anlamsız gelip, An’a ulaşamıyor olsam da. Deneyeceğim elimden geldiğince.