Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini açıklamaktadır.
Bergman Tutku’da tutkunun insanı nasıl maddi manevi şiddete sürüklediğini, nasıl bir kısır döngü içinde kişileri hapsettiğini, filmin kurgusunu da oluşturan (yeniden başa dönen olay örgüsü) bir sinematografi ile anlatır. Sonunda herkesi birden (eşi, oğlu) kazaya sürükleyen olay gerçekleşir, tutku ile sevdiklerini kaybeder ancak yeniden başlama şansı verildiğinde yine aynı kişidir. Yönetmenin adları aynı tutarak (Andreas) özellikle vurgu yapmak istediğini görüyoruz. Yine karşısına çıkan adamı ölümcül bir tutku ile sevmektedir. Bergman’ in filmi kesip oyuncuları karakterler üzerine konuşturduğunda Anna hakkında söylenen doğrudur. Anna kendi yalnızlığı ile baş edemeyen biridir ve bu yüzden başkalarının gerçeklerini yaşar… Tutkusunun nedeni belki de gerçekleşmemiş kendi yaşantısına duyduğu özlemdir. Geçmişini sevmeyi başarabilirse kurtulacaktır. Daha fazla acı çekmesin diye öldürüp gömdükleri, yaralı kuş, kazadan bir ayağı sakat çıkan tutkunun zarar verdiği Anna’yı simgeler.
Filmde bir satranç sahnesi vardır. Tutkulu ilişkilerin hesapçı yapısına vurgu yapar gibidir. Bir savaş, vardır tutkuda… İnsan somut olana indirgenir ve dünyalar daralır…
Anna’nın başındaki kırmızı saç örtüsü gibidir tutku. Kışkırtıyor. Kızgın boğayı harekete geçiriyor, sadırganlaştırıyor. Örtü yere düştüğünde kavga bitmiştir. Tutku maddi olana işaret eder. Aşkla sevgi ile ilgili değil. Kişinin ötekini dışarıda bırakan narsizmi ile ilgilidir. Baş üstünde kavga yaratan kırmızı gibi. Kişilerin kendi gerçeklikleri ile de ilgili değildir. Yıkıcı ve savaşçı bir doğası vardır. Gerçekliği, doğal olanı, sevgiyi unutturur.
Peki ya Andreas? Bergman iki tezat karakteri bir araya getirir. Andreas inzivada bir yaşam sürmektedir. Toplumla arasına bir duvar örmüştür. Ama korumaya çalıştığı şeyin, eylemsiz yaşantısı içinde yok olmuş olduğunu fark eder. Hayvanları öldürüyor diye işkence edildikten sonra intihar eden adama karşı gerekli yardımı yapmadığında örselenir. Burada kendini kötülüklere karşı izole ederken, yardıma ihtiyacı olanlara da kendini kapattığını fark eder. Orada olmayan biri gibi yaşamanın acısını çeker. Anna’nın bir gerçeklik arayışı ile sığındığı kişi de aslında onun gibidir. Ve patlama buradan doğar. O da bir tutku ile inzivayı seçmiştir. Tutku aynı zamanda güçtür. Ancak, Elis’in anlattıklarını kaderine yürüyen biri gibi yaşayan Andreas, tam da bütünüyle kendini korumaya odaklı, kendi kararı doğrultusunda bir yaşamın göbeğinde, kendi kararı dışında bir yaşantıya sürüklenir:
“Ama bilmen gerekir ki benim bir duvarım var etrafıma ördüğüm
Mutlu olsam bile bunu sana anlatamam veya gösteremem
Gözlerinin içine bakarım ama senin derinliklerine ulaşamam.
Anlıyor musun?
Ben o duvarın gerisindeyim
O duvarla kapattım kendimi her şeye
O kadar uzağım ki her şeye…”
Hayvanların öldürülme, yakılma sahneleri, filmin hastalanmış karakterlerinin hastalanma nedenlerini açıklar nitelikte bir kötülük fonu oluşturmaktadır. Bu vahşi dünyada tutunacak bir şeyler arayan ve kendi biricik tutkularına tutunarak kendilerine duvar ören kişiler… Ta ki kapılarını kapattıkları öteki kendi içlerinde var olmaya başlayana kadar. Şiddet, kavga, boşluk, hiçlik hissi. Bergman’ı büyük bir yönetmen yapansa, filmlerinin sonunda samimiyetle kurtuluş reçetesini de göstermesi. Durmadan kafada beliren bir düşünce gibi Anna’nın ölen kocasının Anna’ya yazdığı mektuptaki “… maddi manevi şiddete sürükler…” yazısı geçer. Bu hem Anna’nın pişmanlığına dair bir iç ses gibidir hem de seyirci için fimden çıkmasını sağlayan bir düşünme aralığıdır.