in

Ben Bir Diplomatım

Duruşmadan çıkmıştım.

Adliye koridorlarında dolaşıyor, öğlen paydosu olduğu için, kalemlerinden çıkıp evlerine yollanan veya dışarıdan yemeklik bir şeyler almaya giden tanıdık Zabıt Kâtiplerine selam veriyordum.

Kimi mahkeme salonlarında duruşmalar devam ediyor, bazı mübaşirlerin yorulmuş sesleri geliyordu. Avukatlar Odası’na girdim. Meslektaşım, iktidar partisinin İlçe Başkanı vardı içeride. Selamlaştık, hâl hatır sorduk. Avukatlık mesleğinin cilveleri üzerine kısa bir değerlendirme yaptık.

Muhatabım, insan ayrıt etmeyen, siyasi yönünü bir baskı veya saygı aracı olarak kullanmayan bir avukat görüntüsü veriyordu.

“Yüksek Lisans bitti mi? Doktora yapacak mısınız Zafer Bey?” diye sordu ilkin.

“İdealist bir insansınız, sizi sosyal medya üzerinden epeydir tâkip ediyorum,” dedi, kibar bir dille beni tebrik etti.

Sorguya alınmış, bu işlere yabancı bir şüpheli gibi şaşkındım. Fakat Veysel Bey devam ediyordu, sıra yabancı dilime gelmişti.

“Hâlâ İngilizce çalışırım, dil öğrenmek ekstra çaba istiyor, bu yüzden kendimi geliştirmeye gayret ediyorum,” dedim.

Hastasını dinleyen tecrübeli bir doktor gibi deminden beri bir takım karalamalar yaptığı kâğıda esrarengiz bir not aldı. “Sizi bir ülkeye diplomat yapalım Avukat Bey!” dedi durduk yerde.

Bir zamanlar, ilişkide biraz erken davranıp birden “Sultanım!” diye hitap etmeye başladığım kadının bana, “O kadar da uzun boylu değil, yuh!” dediğini, hatta “Çüş!” bile demiş olabileceğini anımsadım, Allah’tan o an ağzımdan yanlış bir şey kaçmadı.

“Şaka yapıyorsunuz herhâlde kıymetli meslektaşım. Üstelik sabahtan beri ayakta beklediğim bir duruşma sonrasında bu hiç iyi gitmiyor,” dedim.

“Değerli dostum, hiç latife yapar gibi bir hâlim var mı? Devletimiz güçleniyor, gidilecek ülke çok, sizin gibi değerlere bu süreçte çok iş düşecek. Siz hemen bir özgeçmiş yazın, kendinizi tafsilatlı bir şekilde anlatın. Ben gerisini hallederim.”

Deri çantasının içine cübbesini koydu, telaşla ayağa kalktı ve arkasında bir rüzgâr bırakarak odadan çıkıp gitti. Zamanlaması mükemmeldi çünkü o daha eşiği aşmadan Ağır Ceza Mahkemesi, Duruşma Salonu’ndan kendisinin adını anons etmişlerdi.

Gülerek, “Yok artık, hadi oradan, oha!” diye mırıldanarak büroma geldim, saygılı bir köylü vatandaştan bir arazi dava konusu dinledim, ne yapabileceğime kafa yordum.

Mesai bitiminde, büromun bulunduğu iş hanından çıkarken Veysel Bey ile burun buruna geldik, koluma girdi, iyi düşünmemi, böyle bir fırsatın kırk yılda bir insanın ayağına geleceğini söyleyerek önerisini yineledi.

Akşam yemeğinde biraz gergindim. Yapılan teklifi birkaç dostuma danıştım, hepsinden olumsuz yaklaşımlar, kahkahalar, şaka malzemeleri beklerken, “Neden olmasın?” yanıtını aldım.

“En iyi diplomatlar, hukukçular arasından çıkar! Hem senin yabancı dilin de mükemmel.”

Kafam karışmıştı, zamansız bir biçimde kendisine “Sultanım!” diye hitap edilmiş, yıllar sonra öğrendiğime göre Trabzon’dan okunmuş muska getirten, Kocaeli’ndeki o meşhur, nefesi keskin hocanın yanına, ayda bir toparlanıp giden pimpirik sevgilimin ruh hâlini yeni anlıyordum.

Yalnız, ne de olsa insan umut ediyordu, ellerime ve zihnime hâkim olamadım, masama oturup yavaştan özgeçmişimi hazırlamaya koyuldum. Bir yandan yaptığım işe kendim inanmıyordum.

Bir gece uykusuz kaldım, sabah kalkıp tekrar okuduğumda özgeçmişim tamamdı.

Öğleye doğru, Veysel Bey babacanca telefon etti. Kalkıp onun Hukuk Bürosu’na gittim, takdim ettiğim özgeçmişimi tekrar okuyup eklenecek belgeler, çıkarılacak metinler konusunda bir durum değerlendirmesi yaptık.

Meslektaşımın Hukuk Bürosu’ndan çıkarken diplomatlığı gözümün önüne getirmeye çalışıyor, iç sesimin, “Neyin eksik? Atla deve değil ya!” dediğini duyuyordum.

Büroma geçince, “ateşe, başkâtip, müsteşar, ihtisas memuru, başkonsolos, büyükelçi” ne demek internetten araştırdım. Kavramlar tanımlanıp belleğimde belirdikçe kendimi bir diplomat gibi hissetmeye başlıyordum.

Vatandaşlarımın haklarına ve çıkarlarına uygun olarak yabancı devletler ve uluslararası kuruluşlarla ilişkileri yürütmek üzere, Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Avrupa ülkelerinden birine atanıyordum ve Cumhuriyet kurulduktan sonra hariciyeci olarak görev alan, Polonya Varşova, Portekiz Lizbon ve Pakistan Karaçi elçisi Yahya Kemal gibi görüyordum kendimi.

İlerleyen günlerde, daha evvel kendilerinden akıl danıştığım kimseler bu konuyu biraz daha dillendirdikleri için beni görenler derhal diplomatlık konusunu açıyorlar, kutluyorlar ve “Bu ülkeyi yurt dışında layıkıyla temsil edecek, senden iyisini mi bulacaklar?” diye de ekliyorlardı.

Adliye’ye, duruşmaya gittiğimde beni tanıyan Zabıt Kâtipleri, mübaşirler, polisler, “Avukat Bey hayırlı olsun, duyduk çok sevindik,” diyorlar, sanki kendilerini Daimi Temsilci olarak atamışlar gibi gözleri buğulanarak müşerref oluyorlar, onların laflarını kesip araya girmek istediğimde, “Daha hiçbir şey net değil, neyin ne olacağı belli olmaz,” demeye çalıştığımda ise bozuluyorlardı.

İşin garibi ben de kendimi bir hayli kaptırmıştım. Benimle karşılaşıp da diplomatlık konusunu açmayanlara, hâlâ bu gelişmeyi işitmemiş olanlara içten içe güceniyordum. Bu sefer İlçe Başkanı’nın malum teklifini ortaya ben atıyor, istemem yan cebime koy hesabı tavırlar içerisinde bulunuyordum.

Veysel Bey, fotokopilerini aldığı belgelerimi silsile hâlinde gerekli yerlere, referans sahibi kudretli kişilere ilettiğini, benim de aynı şekilde dosyamı hazırlayıp vakit yitirmeden Dışişleri Bakanlığı’na göndermemi salık veriyordu.

Bir günümü bu işe ayırdım. Dilekçemi, gerekli gereksiz belgeleri, diplomaları, sertifikaları hazırlayıp noterden onaylatıp postane aracılığıyla Dışişleri Bakanlığı’na gönderdim.

Şahsımı bir diplomat olarak gördüğüm ve kendi kendimi terfi ettirdiğim için bana gelen davaları almıyor, başkalarına yönlendiriyordum, avukatlığı sanki beğenmiyordum, hatta daha evvelden atanmış CMK davaları hariç artık Adliye’ye uğramak bile istemiyordum.

Birlikte futbol maçı yaptığımız arkadaşlar da meseleyi duydukları için bir halı saha maçı çıkışı benim konu daha ayrıntılı konuşuldu. Benim adıma bir yemek düzenleyeceklerini ve Adliye, siyaset ve iş dünyasından insanları davet edeceklerini söylediler.

Ben hık mık edince, mütevazılığı geçip artistlik yapmakla, kendimi ağırdan satmakla suçlandım. Bu organizasyonu reddetmek, sanki diplomat olacağıma inanmamak anlamına geleceğini ve uğursuzluğu çağrıştıracağını düşünerek arkadaşlarımın önerilerini kabul ettim.

Bir hafta, on beş gün “Avukatlığa Veda, Diplomatlığa Adım” yemeğine hazırlandık.

Yemek tam beklediğim şekilde geçti, kimler aramızdaysa tek tek alkışlandı, gecenin anlam ve önemini belirten konuşmalar yapıldı, benim ne kadar saygın bir avukat olduğumdan dem vuruldu ve yeni görevimde başarılar dilendi. “Bizi unutma!” diyerek hüzünlenip gözyaşı dökenler bile vardı.

Gecenin sonuna doğru piste çıkmış kurtlarımı dökerken buldum kendimi. Eve gittiğimde, “Nerde yedin paraları söyle, söyle!” diyerek evin içinde oradan oraya dolaştığımı hatırlıyordum.

Artık bütün bir ilçe, şahsıma ülke dışında özel görev verileceğini duyduğu için herkes gördüğü yerde bana selam veriyor, benim hatrımı soruyordu. Bir gün işimiz düşer amacıyla daha saygıyla ve nezaket içinde davrananlar vardı.

Çarşıya çıktığımda dükkân önlerinden geçerken, çaya, kahveye, yemeğe davet ediyorlardı beni. Hatta daha ileriye gidip eve meyve, balık, tavuk, hububat ve ıhlamur gönderenler bile oluyordu.

“Diplomat Bey geliyor, yer açın. Sayın Diplomat’a acele çay verin. Diplomat Beyefendi ne yiyecek bakın,” doğrultusunda cümlelerden kimi zaman sıkıldığım bile oluyordu.

Kimlerle olduğunu hatırlamadığım saatler süren telefon konuşmaları yapıyordum, Ankara’dan birilerine teneke teneke zeytinyağı gönderiyordum, bazı önemli adamları hava alanında karşılıyordum ve geceleri geç yatıyor, sabahları erkenden gelen bir telefonla, gözleri çakmak çakmak uyanıyordum.

Moda giren ve benim yeni muhayyel görevime çabuk alışan eşim ve kızım da bana diplomatmışım gibi davranıyordu. Evde o güne kadar görmediğim alaka ve hürmet içinde şaşkın ama hâlinden memnun, salondaki koltuğun üstünde keyifle kahvemi yudumluyordum.

Lakin haftalar geçiyor, eğlenceler yapılıyor, kırma, ekşili zeytinler verilen adreslere kargolanıyor, kendilerini mühim zanneden şımarık şahsiyetler ünlü mekânlarda tarafımdan ağırlanıyor, benim davalar aksıyor, büroma edilen telefonlar cevapsız kalıyor ama diplomatlıktan bir sonuç çıkmıyordu.

Önceleri aradığımda hemen yanıt veren Veysel Bey gitmiş, Whatsapptan yazmalarıma bile zorla bakan ve kısa cümlelerle geçiştiren bir adam gelmişti yerine.

Neler oluyordu? Kalkıp Ankara’ya gitmem gerekiyorsa giderdim, birileri daha başka hediyeler istiyorsa gönderirdim, Bakanlığın yüksek koridorlarında beklemem icap ediyorsa beklerdim ve bazı kimselerin düzeysiz esprilerine gülmem isteniyorsa bunu da muntazam yerine getirirdim.

Sonraki günlerde bizim Veysel Bey’in görevden alındığını sosyal medyadan öğrendim, sanki görevinden azledilmiş benmişim gibi acı içinde kendisine telefon açtım.

Meslektaşım bana, “Çıkan haberler gerçeği yansıtmıyor, algı operasyonu yapılıyor değerli dostum. Ben gördüğüm lüzum üzerine istifa ettim, çünkü yoruldum ve üstüme çok geliyorlar, gerekli basın açıklamasını yarın yapıp kamuoyunu aydınlatacağım,” dedi.

“Benim diplomatlık görevi ne olacak?” dedim yüreğim ağzımda. “Afrika ülkeleri de olabilir hani.”

“Koyun can derdinde kasap et derdinde diyorsun yani… Şaka yapıyorum, merak etme, benim için onur meselesi sayılan o işin peşini bırakmayacağım ben,” diyen sabık İlçe Başkanı telefonu kapattı. Oysa bir daha kendisine ulaşamadım.

Araya dişleyen, kötü hissettiren, pişman eden, toplumdan soyutlayan ve muhatap bulunamayan haftalar girdi. Pîrim Yahya Kemal şiirleri okuyarak kendimi avutmaya çalıştım.

Bir sabah, yasını tutup kendisine gelmiş, başka bir insan gibi uyandım ve tıpış tıpış büromun yolunu tuttum. Ben yapılacak işler ve tozlanmış dosyalar arasında boğulmuşken, öğleye doğru postacı, bir zarf tevdi etti.

Ellerim titreyerek Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen zarfı açtım.

“Sayın Zafer KANAĞAN

Kanağan Hukuk Bürosu’nda Avukat olarak görev yaptığınızdan bahisle, Dışişleri Bakanlığı emrine naklen atanma ve elçiliklerde görev alma talebinizi içeren ilgili dilekçeniz ve ekleri incelenmiştir.

Bu yıl için Bakanlığımıza tahsis edilen açıktan ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarından nakil yoluyla yapılacak atama sayısı yetersiz olduğundan ilgili dilekçeniz hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.

Bilgilerinizi rica ederim.”

2 Yorum

Cevap Yazın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Öte Yaka

Jose Saramago Körlük Romanı Üzerine