Altına blucin, üstüne ince kaliteli bir kumaştan bir bluz giymişti. Güneş gözlüklerini taç gibi saçlarına takmış; alımlı, düzgün vücutlu güzel bir kızla, orta yaşa yakın, spor giyimli bir erkek bulunan İstanbul plakalı siyah bir cip, dönemeçli dağ yollarından önce tepeye çıktı. Ardından kıvrıla kıvrıla inerek köye girdi. Cipi kullanan adama bu yollar zül gelmiş olmalı ki, yolculuk boyunca serzenişte bulunuyor, köye girdikleri halde hâlâ mızmızlanıyordu.
“Şuraya bak! Bu köyden ne çıkar Emel? Allahın dağ köyü, her taraf hayvan pisliği kokuyor, camları kapatalım bari. İstanbul’da mis gibi tertemiz medyumlar varken, nerelere sürüklendik?” dedi.
Kız, “Sabret Faruk, buraya kadar geldik artık. Bu kadının methini çok duydum, epey gelen oluyormuş.”
İlk karşılaştıkları kişiye falcının evini sordular, yaşlıca adam evi tarif etti.
“Önünde arabaları görceniz zatı.”
Arabalar dediğine göre kadının ziyaretçileri çok oluyor demek ki, diye düşündüler.
“Nasıl amca, biliyor mu?” diye sordular.
“Valla biliyo deyolar, gelip giden çok.”
Kerpiç evlerin, ahırların, kışlaların aralarından geçip tarif edildiği gibi evi buldular. Ak toprakla sıvanmış tek katlı evin mavi boyalı küçük ahşap pencereleri sardunya, karanfil, akşam sefası çiçekleri ile doluydu.
Cip eve yakın durdu. Kapılarını açıp indiler. Eve yanaşmış iki araba daha vardı. Sıra bekleyeceklerdi anlaşılan.
Şefika, daha önce başka bir köyde yaşamış, orada ün salmış, oradaki kocası ölünce bu köye evlenmiş, insanlar onu burada da bulmuştu.
Beyaz tenli, mavi gözlü, boylu poslu bir Boşnak kadınıydı. Çemberinin önünden sarı saçlarının zülüfleri dökülüyordu. Ayağında renkli basmadan şalvarı, üstünde mavi ipekten gömleğiyle yere bağdaş kurarak oturmuş, önünde su dolu kalaylı bir tas duruyor, yanında bir piknik tüplü ocak ve kurşun eritmede kullandığı parlaklığı gitmiş cezveden bozma bir kepçe vardı.
Şehirdeki medyumların aksine özel fon bezleri, küre, mumlar, tütsüler gibi müşteriyi etkilemek için debdebeli eşyalar kullanmıyor, bu sade ortamda işini yürütüyordu.
Karşısında bir kadınla kızı oturmuştu. Paraları kayıptı. Çalındığını düşünüyorlardı ve şüphelendiği kişiler vardı.
Şefika suya eğilip baktı. Arkasından kepçede kurşun eritip tasın içindeki suya cos diye döktü. Ana kız bu sesten ürperdiler. Oluşan kurşunun şekline uzun uzun baktı.
Yaptığı işin tehlikeli yanlarının olduğunu çok iyi biliyordu. Vereceği cevaplara fazlasıyla dikkat etmeliydi. Kimseyi suçlamamalı, zan altında bırakmamalıydı. Yoksa başına iş alırdı.
“Kayıp, haneden dışarı çıkmamış, evin içinde. Kimse de almamış. Koyduğunuz yeri unutmuşsunuz, böyle dört köşe bir kap ya da kutu içinde. Başka bir şey ararken bulacaksınız.”
Anayla kızın beklentisi, daha çok parayı birinin çaldığı ve o kişi hakkında ismini açık açık söylemese de bir ipucu, bir işaret vereceği yönündeydi. Başka bir falcıya da gitmişler, falcı kan bağı olmayan, isminin içinde M harfi olan birini tarif etmişti.
Birbirine baktılar, anası dudak büktü.
Diğer bekleyen ziyaretçiden sonra İstanbullu Emel oturdu karşısına. Daha doğrusu oturmaya çalıştı. Dizlerini kıramadığı için ayaklarının üstüne oturamadı. Sonunda yarı oturup yarı ayaklarını uzattı.
Boynundaki bir müzik sembolü olan sol anahtarı kolyesi Şefika’nın gözünden kaçmadı.
Kız, İstanbul’daki medyumlara da gitmişti. Kadını onlarla hiç bağdaştıramadı, methini duymuştu ama basit bir köylü karısı gibi gelmişti şimdi ona. Fal malzemeleri de basitti. Bir de işini yerde yapıyordu. Biraz hayal kırıklığına uğramış, güveni sarsılmıştı. Ters girdi konuşmaya.
“Ben hiç bir şey söylemeyeceğim, madem sen bakıcısın, benim neden geldiğimi bil bakalım,” dedi biraz da ukala, şımarık bir tavırla.
Şefika böyle tiplerden hiç hoşlanmazdı.
“Senin inancın biraz zayıf ancak ben yine de bakayım. İnancı olmayanların falı çıkmaz, bakalım seninki çıkacak mı? Madem onca yol gelmişsin.”
Ona nereden geldiğini söylememişti, nerden biliyordu uzak yoldan geldiğini? Kadın suya bakarak, “Kız sen şarkı söylüyorsun. Bak, kapalı, kutu gibi bir odada tek başınasın. Dışarıda iki adam, önlerinde, çok düğmeli bir aletin düğmelerini çeviriyorlar.”
Kız şaşkındı. Bütün ön yargıları yok oldu. Kayıt stüdyosunda görmüştü onu. Şoke oldu.
Kız sormadan devam etti: “Bu işte önün açık görünüyor. Başarılı olacaksın ama eksiklerin var. Bu işin dersini alman icap edebilir, çalışman lazım.”
Kızın gözleri parladı. Dedikleri kadar varmış kadın, dedi içinden. Oldukça sevindi.
Şefika bir de kurşunu eritip su dolu tasa döktü. Oluşan şekle bakarak konuşmaya devam etti: “Bak, kalabalıklara şarkı söylüyorsun. Eller üstündesin.”
“Para da gözüküyor mu?”
“Bu işte meşhur da oluyorsun, para da kazanıyorsun.”
“Peki, aşk hayatım?” diye sordu kız bu kez.
Bir daha kurşun eritip, döküp baktı.
“Şimdiki beraberliğinin sonu pek hayırlı görünmüyor, yeni bir aşk çıkacak karşına.”
Karşılıklı konuşmaları sürdü. Sonunda: “Peki, sana borcum ne kadar?”
“Ben para istemem, borcun yok. Fakat gönlünden geçerse bilemem.”
“Olmaz,” dedi kız. “Söyle bir şey!”
Şefika para istemez, ne verirlerse onu alırdı. Satışının iyi olduğundan, müşterilerinin cömert olacaklarından neredeyse emindi.
Kıza kaşını kaldırarak bir bakış atıp, “Ben senin gönlünden geçeni biliyom,” dedi.
Bunun üzerine kız, hatırı sayılır bir miktar parayı, su dolu tasın yanına bıraktı.
Çıkarken, “Sağ ön tekerleğe dikkat edin!” diyerek uğurladı kızı.
Kız dışarı çıktığında, beraber geldiği adamın yanına gidip, “Bildi, vallahi her şeyi bildi kadın,” diyerek heyecanını paylaştı.
Yola çıkıp, kadının uyarısı üzerine tekerleği söküp baktılar ama bir şey göremediler.
Şefika’ya bakıcılık, dedesinin el vermesiyle onun anlattığına göre, ona da büyük dedesinden geçmişti. Büyük dedesi, Saray Bosna’dan Türkiye’ye göç ederken Slav ezoterizmine ait aynı zamanda Müslüman oldukları için batıni ilimlere dayalı kitaplar getirmiş, kitaplar büyük dedesinden dedesine kalmıştı. Dedesi yıldıznameye bakan ünlü bir hocaydı. Fakat o yıldıznameye bakmamış, suya ve kurşuna bakarak bakımcılık yapmayı seçmiş, bu alanda kendini geliştirip ünlenmişti.
O gün bir kişiye daha baktığında akşam oldu. Her akşam olduğu gibi gene yorulmuştu. Devamlı konuşmak, insanların çok özel dertleri, dürtüleri, mahremleriyle uğraşmak yoruyordu onu.
Ertesi günü kalkıp evi toparlayıp temizleyerek yeni güne hazırlık yaptı. Öğleye doğru ilk müşterisi geldi.
Bir kadın kocasının kendisini aldattığından şüpheleniyordu.
Suya bakarak kadına, “Olmaz öyle bir şey. Burada öyle bir şey göremedim,” deyip kocasının iyi bir adam olduğunu, kendisinden başka kimsede gözünün olmadığını, çocuklarına bağlı yaşadığını telkin ederek yolladı.
Bir sonraki seansında genç bir kadın, kaynanasının kendisine büyü yaptırdığından şüpheleniyordu. Bu kadının daha önce de birçok kez aynı şikâyetle geldiğini, kaynanasının kocasıyla arasını açmaya çalıştığını, kendisini istemediğini iddia ettiğini hatırladı. Suya baktı. Taktik değiştirip eve büyü yapıldığını, dış kapıya domuz yağı sürüldüğünü fakat bunu kaynanasının yapıp yapmadığından emin olmadığını söyledi. Kurşun döküp, suda şekil almış parçayı kadına vererek evinin bir tarafına koymasını söyledi. Kadın nereye koyacağını sorunca, suya bakıp, “Zaten altlı üstlü oturmuyor musunuz? Sizin kapının girişinde bir soba borusu deliği var ya oraya koy işte,” dedi.
Bazen böyle nokta atışları yapıp müşterisini şaşırtıyordu.
Şefika suya ve suda şekillenmiş kurşuna bakıp, gerçekten bir şeyler görüyor muydu bilinmez ama müşteri ve çevresindekiler bunu cinlere yoruyor fakat o cinlerden hiç bahsetmiyor, üstelik, “Ben cinli değilim!” diyordu.
Acaba spiritüel vasıflara mı sahipti? Yoksa para psikolojik özelliklere mi haizdi? Durugörü, telekinezi, telepati gibi paranormal yeteneklere sahip olabilir miydi? Bilindiği gibi bunlar kanıtlanmamış şeylerdi ama bilim tarafından incelenen olgulardı, dünyada örnekleri vardı.
Bütün bunlar sırdı. Müşterilere göre de o bir falcı, bir medyum, bir bakımcıydı. Kısaca hikmetinden sual olunmazdı.
Şefika, falcılık geçmişini neye dayandırırsa dayandırsın, birçok falcının ortak kimlik özelliklerine uygun bir şekilde pragmatist vasıflara sahip birisiydi.
Mesela kadınların daha hayalci, hassas, kaderci ve kararsız özelliklerinden dolayı prensip olarak kadınlara bakardı ki kadınlar onun için kolaydı.
İnsanların zayıf taraflarını iyi sezerdi. İnsanların duygusal isteklerini karşılamayı iyi beceriyordu. İnsanları iyi tahlil edip, birçok insanın faldan beklediğinin bir nevi iç rahatlığı ve teselli olduğunun bilincinde olup, insanların kendisinden ne istediğini iyi bilip onların duymak istedikleri şeyleri söylerdi. Belki de bu özellikleri onu ünlü, tutulan bir bakımcı yapmıştı.
Bir sonraki kadın, kocasının çocuklarını ve kendisini terk edip başka bir kadına gittiğini anlatmış, o kadından soğutup kendisine dönmesi için sıcaklık yapmasını talep etmişti. Kocasının arada bir ona da geldiğini gördüğünü, geldiğinde döktüğü kurşunu kocasının yattığı yatağın altına yerleştirmesini söyleyerek gönderdi.
Evin içinde bakım sürerken, dışında Şefika’nın kocası gelip gidenlerle ilgileniyordu. Başında köylü kasketi, buruşuk pantolon ve ceketiyle kara kuru bir adamdı. Bir de orta boy köpekleri vardı. Gelip gidenin çok olmasından iyice insanlara alışıp sünepe bir hale gelmiş, kimseye havlayıp saldırmadığı gibi herkesi koklayarak kuyruk sallıyordu.
Bazen gelenler aynı ana denk geliyor, evin önündeki yolda arabalar yığılıyor, bu da göze batıyor; bazı köylüler rahatsızlıklarını dile getiriyorlar, muhtar da, “Reklamın kötüsü olmaz,” deyip köyün reklamının yapıldığını öne sürerek onları ikna ediyordu.
Gelenler, sıralarını beklerken genellikle kadının kocasını lafa tutup kadın hakkında bilgiler ve tüyolar almaya çalışıyor, adam onları, karısını överek kurnazca geçiştiriyor, karısının hikmetlerini bir bir anlatıyor, bazen de gazabından örnekler veriyordu.
Mesela sağ ayağıyla karşısındakinin sağ ayağına basarsa ona çok iyi şeyler göstereceğini, sol ayağıyla sağ ayağına basarsa kötü şeyler göstereceğini ama sol ayağıyla karşısındakinin sol ayağına basarsa dayanılamayacak kötü ve korkunç şeyler göstereceğini söylüyordu.
Anlattığı bir başka olaya göre de; kasabanın jandarma kumandanı maiyetindeki askerlerle baskına gelmiş. Kadın, kumandana bir seans yapmış. Onun bir trafik kazası geçirdiğini, kazada bir oğlunu kaybettiğini bilmiş, gelecekte bir kaza daha geçireceğini fakat bu kazayı hafif atlatacağını söyleyince kumandan baskından vazgeçip geri dönmüştü.
Bir sonraki gün ilk müşterisi, yeni öğretmen olmuş bir kızcağızdı. Atamasının ne zaman yapılacağını öğrenmek istiyordu. Bir başkası, genç bir konsomatristi. Patronuyla birlikteliğini merak ediyor, onu kendine bağlamak istiyordu. Ona döktüğü kurşunu vererek akan bir derenin kenarına gömmesini söyledi.
O gün öğleye kadar iki kadına daha baktı. Biri, “Ev alacak mıyız?” diye diğeri de çocuğunun üniversite sınavını kazanıp kazanmayacağına baktırdı.
Asıl ağır toplar öğleden sonradaydı.
Siyah, parlak, pahalı bir araba köye girdi. Doğruca Şefika’nın evinin önüne yanaştı. Belli ki daha önceden de gelmişti. İçinden kelli felli kalantor bir adam indi. Şefika’nın kocasıyla tokalaştı. Şefika o an müsaitti. Erkekleri almıyordu ama bu adam geçen sefer hanımıyla geldiğinden ona ayrıcalık tanıdı.
Refik Bey, kendinden emin içeri girdi. Şefika, karşısına bir sandalye koydu, yere oturtmadı onu. Ne de olsa bir siyasetçiydi. Bir iki sohbetten sonra, “Bak bakalım Şefika bacı, neler olacak?” dedi.
Şefika önce tasın içindeki suya Ayet-el Kürsi okuyarak uzun uzun baktı. Konuştular. Kurşun döküp baktı. Bu sefer Mendel duasını okuyup tekrar suya baktı. Sonunda, “Beyim, herkes için zor bir zaman geçecek. Çetin bir mücadele olacak. Bir kâğıt görüyorum, senin adın var. Ak saçlı bir adam, arkandan itiyor. Karşında olanlar da var. Mâni olmak istiyorlar ama ak saçlı adam seni öne geçiriyor. Seçim, kıran kırana olacak. Ama galip geleceksin. Merak etme, sonunda seni ikbal bekliyor.”
Şefika ona, özel okunmuş renkli bir ipi bağlayıp verdi. Sürekli cüzdanında taşımasını istedi. Refik Bey ipliği alıp cüzdanının bir köşesine yerleştirdi.
Ona burada rahat olup olmadığını, bir şey diyen ya da dokunan olup olmadığını sordu.
“Yok,” dedi Şefika. “Rahatım, çok şükür.”
Refik Bey buraya geldiğinin bilinmesini, dallanıp budaklanmasını istemediğini ima edip, bir miktar para bırakarak köyden ayrıldı.
Camları siyah film kaplı ikinci bir siyah arabayla İstanbul’dan gelenler, bir mafya lideri ve adamlarıydı. Dört kişi indiler arabadan. Daha önceden buraya geldikleri belliydi. Üç adam çevreyi kontrol altına alıp güvenliği sağladılar. Lider olan, koyu renk bir takım elbise giymiş, beyaz gömlekli, kravatsız, sivri burunlu parlak siyah ayakkabıları, elinde tespih, kirli sakalı, yüzünde insana korku salan bir ifadeyle Şefika’nın kocasına selam verip müsait mi anlamında evi işaret etti. Şefika kapıya çıkmıştı, onu tanıyordu.
“Hoş geldin Şehmuz Bey,” deyip onu içeri davet etti. Bir sandalye koyarak kendisi yere oturdu.
Şehmuz oturup, “Nasılsın abla?” diye sordu.
Şefika, “İyiyiz çok şükür, Allah razı olsun. Sizler iyisiniz inşallah?”
Şehmuz’un bu seferki geliş nedeni, önceki geliş nedeninden farklıydı.
Rakipleriyle uzlaşılmış, anlaşma sağlanmış, gerginlikler büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Şimdiki derdi daha başkaydı.
Şehmuz âşıktı. Üniversiteye giden kız kardeşinin yine üniversiteye giden samimi kız arkadaşına âşıktı. Kız, evlerine girip çıkıyor, onu sabah akşam görüyordu. Ancak nafile bir aşktı bu. Kız kardeşinin en samimi arkadaşına göz koymak yakışık almazdı ona göre. Racona tersti.
Duygularını kıza belli edemiyor ama içten içe kavruluyordu. Kızın da zerre kadar bundan haberi yoktu. Ne yapmalıydı?
Rakiplerini dize getiren, düşmanlarına amansız korku salan koskoca Şehmuz, bir kızın âşkı uğruna buralara sürüklenmişti.
Bu âşk olsa bile, bir mafya adamının bir üniversiteli kızla nasıl bir beraberliği olabilirdi? Onunla ne paylaşırdı? Hem, devamlı kurşunların hedefinde olan bir adam olarak ona nasıl bir gelecek vaat edebilirdi? Bu sorulara hiçbir cevap bulamıyor ama kızın âşkından yanıp tutuşuyordu. Kaç kere vazgeçmeyi düşünmüş ancak gönlüne söz geçirememişti.
“Şimdi söyle bakalım abla, bu kızla bizim geleceğimiz var mı?”
Şefika suya eğildi. Baktı, baktı. Kurşun eritip, su dolu tasa döküp oluşan şekilleri uzun uzun inceledi. Sonra derinden bir nefes alarak, “Var Şehmuz Bey, var. Hem de çok iyi olacak fakat daha erken. Zamanla olacak bir iş. Gelecekte evlilik görüyorum.”
Şehmuz’un gözleri parladı. “Hay Allah senden razı olsun abla. Beni ihya ettin. Allah senin tuttuğunu altın etsin,” diyerek sevincini gösterdi.
Şefika ona nasıl bir yol izleyebileceği konusunda düşüncelerini, tavsiyelerini sıraladı. Mümkünse kardeşiyle üçlü olarak daha sık bir araya gelmelerini, yemek yemelerini, mesela tiyatroya, sinemaya gitmelerini, ne bileyim, şiir kitabı hediye etmesini salık verdi.
Şehmuz, ona iyi para bırakıp evden çıktı. Toparlanıp köyden ayrıldılar.
Nadir de olsa Şefika’nın başına kötü olaylar da geliyordu. Daha önce Şefika’ya gelen kelli felli bir kodaman, ihaleyi kazanacaksın dediği halde alamayınca küplere binmiş, kasabanın jandarmasına ihbar etmiş, jandarma onu ve kocasını karakola götürmüş, ifadelerini alarak mahkemeye sevk etmiş, hâkim tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmıştı. Bir hafta boyunca müşteri alamamış, sonrasında daha önce kendisine gelmiş olan siyasetçi Refik Bey’e haber vermiş, Refik Bey araya girerek ricalar ederek durumu düzeltmiş, mahkemeden de takipsizlik kararı çıkınca kurtulmuştu.
Bakımcılık yapmaya devam etti. Müşteriler akın akın geliyordu. Mesele arz talep meselesiydi. Satıcısından ziyade alıcısı çoktu işin.
Günler birbirini kovalıyor. Şefika’nın hikâyesi böyle devam ediyordu.
Fal olgusu ne kadar tartışmalı olsa da, insanlığın varoluşundan beri toplumun bir gerçeği olarak orta yerde durmaktaydı. Folklorik bir gelenek olarak halk bilimi, halk kültürü çerçevesinde mi incelenmesi yoksa sosyoloji, psikoloji antropoloji, hukuk gibi bilimlerin ışığında mı incelenmesi gereken bir fenomendi? Düşünülmeyi bekliyordu.