Vatansız bir sığınmacı olmak mı zor, yoksa kendi vatanında bir kadın olarak yaşayacak ortam bulamamak mı?
İki ya da üç sene önce çalıştığım yere Afganistan uyruklu bir mülteci geldi, 20 yaşlarında bir genç… Elindeki hasta barkodunun sosyal güvence hanesinde vatansız sığınmacılar yazıyordu. Vatansız! O an, o kelime beni sersemletti, canımı yaktı! O kadar ağır geldi ki bana vatansız kelimesi gözlerim doldu. Vatansız; annesiz, babasız gibi, kimsesiz gibi, hatta daha da ağır, daha da kötü. Kimsesiz olursun ama vatanın vardır, sahip çıkar sana. Biraz konuştuktan sonra ’’kız kardeşim için geldik Türkiye’ye, Afganistan’da büyüsün istemedik, orası kadınlar için çok zor bir yer’’ dedi.
Gazetelerden, televizyondan, internetten filan edindiğim bilgiyle az çok bir şeyler biliyordum Afganistan‘da kadın olmaya dair bir şeyler; ama ilk kez kanlı canlı birinden böyle şeyler duyuyordum. Vatansız bir sığınmacı olmak mı zor, yoksa kendi vatanında bir kadın olarak yaşayacak ortam bulamamak mı zor, bilemedim…
Cumhuriyetten önce, Osmanlı zamanında aile hukuku çağın çok gerisinde kalmış kurallardan oluşuyordu. Bir erkek dilediği kadar kadınla evlenebiliyordu. Koca 3 defa ‘’boş ol’’ dediğinde karısını boşamış oluyordu. Çocuklar için evlilik yaşı sınırı konmadığından dolayı yetişkin erkekler, 10 -12 yaşındaki kız çocukları ile imam nikâhıyla evlenebiliyordu.
Evlenmenin ve boşanmanın erkeğe bağlı ve çok kolay olması toplumda sosyal bir yara haline gelmişti. Erkeğin istediği gibi boşadığı kadınlar, başka bir erkekle evlilik yapmak zorunda kalıyordu. Toplumda yarım düzineye yakın evlilik yapmak zorunda kalmış kadınların sayısı hiç de az değildi. Miras hakkı o denli karışık kurallara bağlıydı ki, kadınların miraslarını erkek kardeşlerine bırakması gelenek halini almıştı. Hatta iki erkek kardeşten biri öldüğünde ölen kişinin kızları varsa miras onlara değil, erkek yeğenlere kalıyordu. Yani kadının ne çalışarak ne de miras yolu ile ekonomik özgürlüğe sahip olması mümkün değildi. Sadece onu gözetebilecek kişilerin insafına kalmıştı.
Osmanlı yönetimi 16. ve 17. yüzyıldan sonra kadınları toplum yaşamının dışında tutmak için bir dizi kararlar almıştı. Yayınlanan padişah fermanları; 18. yüzyılda da kadınların ancak belirli günlerde ve belirli kıyafetlerle sokağa çıkmasına izin veriyordu. Kadınlar sokağa çıktığında kocasıyla yan yana yürüyemez hatta arabada yan yana seyahat edemezdi. Birlikte arabaya binen kadın ve erkeğe polis evlilik belgesi sorardı. 20. yüzyıl başlarında kadının giysisi peçeydi ve peçe kalın olmak zorundaydı. Eğer peçe inceyse o kadının iffetinden kuşku duyulurdu. Kadının iffeti maalesef ki herkesi ilgilendiriyordu.
O dönemin tüm doktorları erkek olduğu için bekâr kızların muayenesi neredeyse imkânsız, evli kadınların muayenesi ise bir perdenin arkasından şikâyetler doktora aktarılarak yapılabiliyordu, bu yüzden doktor hastayı görmeden tanı koyuyor ve reçete yazıyordu. Cumhuriyetten önce memlekette sadece 337 doktor, 60 eczacı (sadece 8’i Türk) vardı. 10 kişiden fazla işçi çalıştıran 280 işyeri vardı, bunların 250 si yabancılarındı. 30 bin köyde cami yoktu. Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu, demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi. Kadın insan değildi, eşit eğitim, meslek edinme, boşanma, velayet ve gebeliği önleme hakkı yoktu. Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınlarınsa binde dördü okuma yazma biliyordu.
Durum böyleyken Atatürk 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurduktan sonra 15 yıl içinde bu vatanı vatan yaptı. 10 Kasım’da son nefesini verdiğinde, arkasında 57 yıllık bir yaşam ve bu kısa yaşama sığdırılan görkemli bir eylem, tarihin gördüğü en büyük yenileşme hareketini bıraktı.
Eğer Cumhuriyet ilan edilmemiş olsaydı Afganistan’dan bir farkımız olur muydu bilmiyorum. Ben her 29 Ekim’de olduğu gibi bu sene de özgürce İzmir sokaklarında gezip Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayacağım. Canımın istediği kafede oturup kimseye hesap vermeden özgürce kahvemi yudumlayacağım… Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.
“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş. Bunlardan sonra içeride ve dışarıda saygı duyulan bir vatan yeni bir toplum, yeni bir devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler. İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi… Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur…”
Mustafa Kemal Atatürk
Kaynak:
- Metin Aydoğan Ülkeye Adanmış Bir Yaşam II, Atatürk ve Türk Devrimi
- Sinan Meydan, Atatürk Etkisi
- Yılmaz Özdil, Mustafa Kemal