Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Musa ile Sarah, Super Mario ile Prenses… Ortada hep bu ikisini ayıran bir engel vardır. Bazen dağlar, bazen denizler; çöller, oğlanın fukaralığı, kızın amansız babası, savaşlar, işgaller, sürgünler, hapisler, kör karanlıklar… Oğlanın perspektifinden bakınca, engelin ardında, uğruna yollara düşülüp gerekirse dağlar delinecek “tek bir kadın”, kadının durduğu yerden bakınca kendisi uğruna her türlü belayı göze alarak engeller aşacak; yani onu hak edecek “herhangi bir yiğit”vardır.
Ama aslında biz dünyanın nasıl döndüğünü bal gibi biliriz. Kadının beklentisinin temel dinamiği olan kendi değerini yüceltecek emeğin değeri de, oğlanın beklentisinin temel dinamiği olan tekil hedefinin değeri de yalan dolandır; çünkü bu dünyada -aslında- kadın değersiz, erkek ise zamparadır. Galiba bu anlatılara o yüzden efsane deniyor…
Peki bu aşk efsaneleri niye var?
Dilimiz dışarıda, joystick kırarcasına Super Mario oynadığımız zamanları düşünün. Düşünün ki yüreğiniz sallansın 🙂 Oyunu oynarken, Leyla için çöllere düşen Mecnun’la aynı yolun yolcusu olan bir süper kahramanı hedefine ulaştırmaya çalıştığımızı fark ettik mi?
Mario, tek kredilik kısa hayatına sığdırılmış iki önemli yeteneğe sahiptir. Kendisini oyun boyunca hiç musluk tamir ederken falan görmesek de, bunlardan biri tesisatçılık yapmak; diğeri binbir badire atlattıktan sonra ulaştığı, bekçisi dev bir ejderha olan, aşırı korunaklı bir şatoya zalımlarca hapsedilmiş olsa dahi prensesi oradan kurtarıp kendisinin yapmak için “yürümek!!!” Belki de sadece, hikayede önem arz eden tek motiv olan “yürüme” ile çerçevelenmişliğin dışında kalan vasatı vurgulamak için süper kahramanımızı tamirci yapmışlardır; kim bilir?
Sahi Mecnun ne iş yapar?..
Leyla ile Mecnun dizisini izleyenler bilirler; Mecnun kendini anlattığı şekilde pekala bir süper kahramandır: “Ben vaadetmek nedir, onu da tam bilmediğim için… Ben çok severim. Yani sevince çok seviyorum. Çok sevince de, o zaman başka hiçbir şeyle ilgilenemem. Sevdiğim için uzaya da çıkarım; efendime söyleyeyim, Mars’a gidiyorum, Güneş’i tutuyorum. Ay’la takılıyoruz. O şekil.”
Gerçeğin çölünde bir adam tam da budur: Tek kredilik hayatının, koşulları her seferinde değişen, “yegane” hedefine yönelik performansının kaygısı beynini iğfal etmişken yürür, deler, üstüne basar, aşar geçer; aldığı yaralardan artık yürüyemez hale gelir ve… ölür. Ne? Doğar ve yine mi yürür?..
Matrix ne alaka?!?!
Eşcinsel olmaya dair kaygılarla dini değerlere hürmetsizlik etme korkuları, obsesif-kompülsif bozuklukta sıkça karşılaşılan takıntılardır ve bu ikisini birbirine bağlayan daha kapsayıcı bir kaygı vardır: Lanetlenme kaygısı! Öteki, istenmeyen, kural dışı olan veya isyankar olmaktan duyulan korku!.. Benliğin bu kaygılara karşı kullandığı savunma düzeneklerinin başında mantığa bürüme gelir. Burada sözünü edeceğim haliyle “bilinemezcilik”… Paralel evrenler, yaşamın giriftliğinin yarattığı gerginlik, gerçekliği kavrayışın aracı olarak duyuların sahici veriler işlediğine duyulan güvensizlik; yani Matrix efsanesi… “Her şey bir rüya” ise, irade, otonomi, yetki, sorumluluk gibi kavramların içerdiği her şey de boşa düşer. Ortada kaygılanacak pek bir şey de kalmaz.
Aşk efsaneleri, ölümden sonraya ilişkin çocuksu beklentilerle aynı nedenden vardır! Gerçeğin çölünün korkutuculuğundan ıslık çalarak geçmek için…
Bomboş bir yazı gerçekten. Lütfen siteye metinleri yüklerken daha seçici olabilir misiniz ?
Yazıya “bomboş” demenizin mutlaka makul nedenleri vardır; ama onlardan hiç bahsetmeden böyle söylenince, bana sanki yazı değil de hakkında yapılan yorum bomboşmuş gibi bir his geliyor…