Kırklı yaşlarla dans etmeye başladıysanız sizinle çok ortak noktamız var demektir. Eminim benim gibi sizde Zeki-Metin’i defalarca izlemiş, çocukluğunuz VHS video kasetlerinde Devekuşu Kabare oyunlarına gülmekle geçmiştir. Toplumsal ve politik taşlama oyunlarının en başarılı örneklerindendi Yasaklar.
Ailece eğlenmek istediğimizde ya da eve misafir geldiğinde kasetler videolara konulur, topluca kahkahalar atılırdı. Çocuk halimizle onlardan öğrenmiştik taşlamanın inceliklerini, yasakların üzerimizdeki paha biçilmez etkisini. Ama çocuktuk işte. İnanıyorduk her şeyin değişip gelişeceğine. Biz büyüyecek ve büyük adam olacaktık. Türkiye gelişmekte olan ülkeler arasından sıyrılıp, gelişmiş ülkeler arasında yerini alacaktı. En önemlisi GAP projesi hayata geçecek, ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri öyle bir kalkınacaktı ki… Avrupa Birliği bizi havada karada kapacaktı. Hem isterse almasın. Bizim ona ihtiyacımız mı olacaktı?
Benim memurum işini bilir dememiş miydi her gün televizyona çıkan tonton Özal. Sadece memur değil, seyyar satıcısına kadar herkes işini bilmeye başladı. Meğer ülkece ne yeteneklerimiz, nasıl yüksek bir potansiyelimiz varmış. Herkes Özal’ın startını bekliyormuş. Düdük çalınır çalınmaz da çağ atlama yolunda rekora koştuk. Biz çocuklarda da durum farklı değildi. Eskiden birinin canı çeker diye sokakta yemeye utandığımız salçalı ekmeklerin yerini Mc Donalds’lar almış, gitmeyene burun kıvırır hale gelmiştik. Sonuçta Özal çocuklarıydık. Levis 501, Lee, Loft giymeyip çağın gerisinde mi kalsaydık? Birbirimizin yüzünden önce poposuna bakardık. Giydiğimiz kot markasına göre mahallede bizden önce şanımızın yürüdüğü canım kapitalizm yılları. Orta direğin hedef alınıp zenginliğin köpürtüldüğü, fakirliğin iş bilmezlikle aşağılanıp herkesin köşeyi dönmek için birbirini ezdiği o meşhur dönemin çocuklarıyız biz. Ayıbın kayıp yapıldığı, hayalin ihraç edildiği, ekonomide reformun tavan yaptığı harika yıllar. Hele bir vergi reformumuz var ki orta direği tam on ikiden vurdu. Hedef yerini bulmuştu. Orta direk yok olmuş, zengin ya da fakir her zaman var olmuştu.
Görgüsüzlüğün can yakıcı akımına tüm milletçe katılmış, atladığımız çağın yasını hiç tutmamıştık. Arada bir zamlardan şikâyet edilse de evine tüplü soba ve şofben giren herkes memnundu halinden. Sonuçta kömür sobaları ve termosifondan kurtulmuştuk. Hem Özal pahalılığı getirdiyse ne olmuş, Demirel de iki anahtar verecekti. Nitekim gene geldi şapka rep rep.. Ah biz var ya biz nasıl muhteşem bir nesil olarak yetiştirildik. Hayallerimizi süsleyen zenginlik ve köşeyi dönme arzusu tercihlerimizi de etkiledi tabi. Neredeyse topluca işletme okuduk. Bize ondan başka köşe döndürecek ne olabilirdi ki? Doktor olup senelerce okuyacak, öğretmen olup azıcık maaş alacak halimiz yoktu. Hele mühendisliklerin çoğunun modası geçmişti. Ziraat Mühendisliği mesela? Ülkenin tarımla geçindiği bir ekonomide hiçte gerekli değildi. Zaten tarım da eskisi kadar önemli değildi. İşletmeyi kazandım dediğinde herkesin suratında bir aferin takdiri beliriverirdi. En makbulü ingilizcesiydi ama onunda puanı yüksekti. Aman canım zaten o dışardan da öğrenilirdi. Sahi İşletmeyi bitiren ne oluyor diye sormak kimsenin aklına gelmezdi. En fazla “Kimi işletiçen” şeklinde kötü esprilere maruz kalır, sende aynı kötülükle karşılık verip gülüşürdün.
Anlayacağınız yerli gazozlar gibi kendi ürettiğimiz her şeyin tü kaka olduğu, yerli malı haftasının Coca Cola ve Pepsi ile kutlandığı, şahane köşe kapmaca oynayan bir nesil olmanın gururunu fazlasıyla yaşadık. Zeki-Metin’le gülümseyerek karşıladığımız yasakları, düşünce gücümüzle uğurlayamadık ne yazık ki. Hatta dün o kadar da olmaz dediğimiz her şey, bugün bu kadar da oldu. Bazen yavaş yavaş, bazen sessizce, bazen de kafamıza vura vura oldu. Evet belki biz hormonlu yetiştirilmeye aday olan ilk nesildik. Ki her türlü denemenin bilinçsiz gönüllü elçileriydik. Ama siyasetin, nezaketin, postal korkusunun arkasında yaşanan demokrasinin de ne demek olduğunu bilirdik. Bugün geldiğimiz noktada çok küçükken alıştırılıp, kendi rızamızla yasaklara sattığımız hayallerimizin payı büyüktür. Hep büyünce gelecek sandığımız demokrasinin bir kurtarıcıya bağlanması bizi elimizdekinden de etti. Kabul bunda da hesabımız kabarıktır. Özgürlüğümüze, demokrasiye, sanata, yazara, gazeteciye indirilen her darbeyi bıkkın, bezgin karşılıyor, çaresizce bir kurtarıcı bekliyoruz. Biz çarenin kendimiz olabileceğini hiç öğrenemedik. Hatta seksen darbesinin koyu gölgesinde öyle çok kaldık ki düşünmeyi bile akıl edemedik. Arafta kalmış bir neslin naif çığlıklarından öteye gidemeyen her çırpınışımız, bizi korku kültürünün kendisi yaptı. Şimdi hangi güneşe yanmadan çıkabiliriz hesabı yapıyorsak, kusura bakmayın. Sebebi geçmişten gelen arsız kolaycılığımız ve zorda kalan kaçışlarımızdır.