George Floyd’un ırkçı faşist bir polis tarafından acımasızca öldürülmesi ülke çapında ırkçılığa karşı öfke dolu bir ayaklanmayı tetikledi. Bu ABD tarihinde ırkçı bir cinayet yüzünden patlayan ilk ayaklanma değil çünkü; siyahlara dönük ayrımcılığın, baskının ve uygulanan korkunç şiddetin ve bu yüzden çıkan ayaklanmaların çok uzun bir tarihi var. Okuyacağınız yazı ABD tarihinin utanç verici ırkçı temellerini ve buna karşı yürütülen mücadelenin kilometre taşlarını anlatıyor.
Güney Carolina eyaletindeki Charleston kentinin bir kilisesinde, 17 Haziran 2015’te dokuz siyah öldürüldü. Katil, beyazların üstünlüğünü savunan, eski apartheid rejimine özlem duyan, 21 yaşında ırkçı bir beyazdı.
Ferguson’da, 18 yaşındaki Michael Brown, bir polis tarafından öldürüldü; mahkeme takipsizlik kararı verdi. New York’ta 44 yaşındaki Eric Garner bir polis memuru tarafından boğularak öldürüldü; buna da takipsizlik kararı verildi. Ohio’daki bir süpermarkette, 22 yaşındaki John Crawford bir oyuncakla oynarken polis tarafından öldürüldü; yine takipsizlik kararı alındı. Cleveland’da, 12 yaşındaki Tamir Rice, bir oyuncak tabanca ile oynarken polis tarafından öldürüldü. Güney Karolina eyaletinde, 50 yaşındaki Walter Scott, bir polis memuru tarafından sırtından sekiz kurşunla vurularak öldürüldü. Baltimore’da altı polis memuru tarafından ölümüne dövülüp hırpalanan 25 yaşındaki Freddie Gray, omurga kemikleri kırılarak öldürüldü.
Liste oldukça uzun… Polisler ya da devlet otoritesinin temsilcileri, özgürlük abidesi olmakla övünen, dünyanın en güçlü devletinin bağrında, her yıl yüzlerce kişiyi ve en yüksek oranda da siyahları öldürüyor. Aslında öldürülenlerin sayısı tam olarak bilinmiyor ve bunu genellikle de adaletten hiç çekinmeden, endişelenmeden yapıyorlar.
Genç bir siyahın 1964 yılında Harlem gettosunda bir polis memuru tarafından öldürülmesinden sonra büyük bir ayaklanma patlak verdi. Bu siyahların o tarihe kadarki en büyük başkaldırısıydı ve bunu bir dizi yeni ayaklanma izleyecekti. Ayaklanmalar, sivil haklar için 10 yıldır kesintisiz sürdürülen mücadeleden sonra başladı.

1964 Harlem Ayaklanması’ndan bir kare
Bu dönemde bütün etnik, kültürel ve dini ayrımcı yasalar ortadan kaldırıldı; Sivil Haklar kabul edildi. Ötekileştirme ve ayrımcılık sorgulandı. Afro-Amerikalılar, 20 yıllık mücadelelerinin sonunda 1970’li yıllarda, büyük şehirlerin polis teşkilatlarına girdiler. Bazıları belediye başkanı seçildiler. Şerif, kongre temsilcisi ya da orduda subay oldular. Hatta 2008 yılında, bir siyah olan Barack Obama başkan seçildi. Bu, ABD’de siyahlara uygulanan baskı ve şiddetin bittiğini ne kadar da iyi kanıtlıyor, değil mi? Bugün ise, ötekileştirmenin, hatta ayrımcılık ve ırkçılığın hala sürdüğü görülüyor.
Siyahlara uygulanan baskı ve şiddetin kökleri: Kölelikten ayrımcılığa
Marx, “Doğrudan kölelik; makine, kredi gibi burjuva sanayisinin ekseninde yer alır. Kölelik olmadan pamuğunuz, pamuğunuz olmadan da modern sanayiniz olamaz.” diye yazıyordu. Afrikalıların Amerika’ya taşınmasının ekonomik bir amacı vardı; bu amaç, sömürgeciliğin ilk yıllarında pahalı beyaz iş gücü yerine, siyahlardan oluşan ucuz bir iş gücü kaynağı oluşturmaktı.
Kapitalizm, 16. yüzyıldan itibaren Karayiplerde, Avrupa burjuvazisi için çok kârlı şeker tarımı işletmelerinde, köleliği yeniden keşfetti. Kuzey Amerika’da, aynı sömürü önce tütün sonra pamuk plantasyonlarında sürdürüldü. Sonuç özellikle İngiliz burjuvazisinin zenginleşmesi oldu.
Köle emeği yani siyah Amerikalıların emeği, ABD ekonomisinin gelişme ve kalkınmasının temelindedir. Siyahlar genel olarak güneyde yaşıyorlardı ve hatta bazı güney eyaletlerinde çoğunluktaydılar. Tarım burjuvazisini sadece birkaç bin beyaz aile oluşturuyordu. Çoğu beyazın, siyahların sömürülmesinde doğrudan bir çıkarı yoktu. Ancak tarım işletmecileri, onları bölerek egemenlik alanını genişletebilmek için, yoksul beyazlarlarla siyahları birbirlerine karşı kışkırtıyordu.
1776 yılındaki bağımsızlık savaşından beri, kuzeydeki ücretli emeğe dayanan kapitalist ekonomi, güneydeki köleci ekonomik sistemle tümüyle uyum halindeydi. Hatta federal kurumlarda, nüfusun beşte üçünü oluşturan kölelerin de güneyin siyasi temsilinde dikkate alınması için sefil bir uzlaşma bile bulunmuştu. Ama 19. yüzyılın ortalarında, kuzey ve güney arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar katlanarak arttı. Kuzey burjuvazisi, güney tarım işletme sahiplerinin bağlı olduğu İngiliz burjuvazisi ile rekabet ediyordu. Köleleri özgürleştirme isteğinden daha çok; bu ekonomik anlaşmazlık iç savaşa yol açtı.
Savaş 1865 yılında sona erdiğinde, kölelik 4 milyon siyah için ortadan kalkmıştı. Köleler teorik olarak özgürdü, birçoğu pamuk işletmelerini terk etti. Yeni kazandıkları oy verme, yargıç seçilme, şerif olarak çalışma, eyalet meclislerinde ve hatta Federal Kongre’de temsil edilme gibi kağıt üzerindeki haklarından yararlanmak istiyorlardı.
İlk etapta tüm bunlardan “radikal yeniden yapılanma” döneminde yararlandılar. Bu dönem Howard Fast‘ın, Özgürlük Yolu (1944) adlı romanında anlatılıyor. Bu koşullarda son derece politikleşen siyahlar, genellikle güneyin yoksul beyazlarıyla birlikte, örneğin tarım arazilerinde ortakçı (yarıcı) işçi oldular ve tarım işçilerinin sendikalarında ve mesleki birliklerinde örgütlendiler. Bu, hiçbir ırkçı ayrımcılığın siyahlarla beyazları birbirlerine karşıt kılmadığının kanıtıydı.
Bu yeni duruma tarım işletmesi sahiplerinin ve ırkçı beyaz politikacıların tepkileri gecikmedi.1866 yılında kurulan Ku Klux Klan, siyahlara ve kendi sınıf kardeşlerine sırt çevirmeyi reddeden yoksul beyazlara karşı terör kampanyası düzenledi.
Tarım işletmesi sahipleri, siyahların el emeğini sömürüyordu. Bu durum, beyazların ustabaşı olmak, güvenlik güçlerinde yer almak gibi küçük ayrıcalıklar edinmesini sağlıyordu. Yoksul beyaz köylülerin birçoğu için bu fazla bir şey değiştirmiyordu, çünkü her zaman kendilerinden daha yoksul birileri vardı. Beyazlara ayrılan işler, patronların, bir yandan ücretleri en düşük düzeyde tutmalarını, diğer yandan da köylülerin kendilerine bağlılıklarını korumalarını sağlıyordu. Beyaz emekçiler ücret artışı istediklerinde, patronları onları, yerlerine siyah emekçileri işe almakla tehdit ediyordu. Birbirini izleyen Amerikan başkanları, Federal Mahkemeler, Kongre ve çeşitli kuruluşlar, ayrımcılığı onlarca yıl boyunca kabul edip savundu. Beyaz burjuvazi, kölelikten miras alınan toplumsal çerçeveye dayanarak, yeni egemenliğini uygulamak için her şeyi yaptı. Siyahlara uygulanan baskı ve şiddetin temelinde, ayrıcalıklı sınıfların, güneyin tarım işletmesi sahiplerinin ve en genel biçimiyle burjuvazinin politikaları vardı.
Ayrımcılık, güneyde kabul edilen “Jim Crow” diye adlandırılan bir dizi yasa ile kutsandı (Jim Crow beyazlar tarafından siyahları aşağılamak için onlara takılmış isimlerden biriydi. Bir İngiliz komedyen olan Thomas Rice‘ın 1828’de yarattığı bir karakterdi. Rice’ın canlandırdığı bu karakter, geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılamaya maruz kalan bir zenci tiplemesiydi – ÇN). Federal düzeyde, deri rengi veya ırk temelinde hiçbir yasal ayrımcılık yoktu. Yine de, bir dizi ötekileştirici önlem, siyahlar üzerinde ırkçı bir baskı oluşturuyordu. Bu kurumsal ırkçılığın en şiddetli biçimi ve göstergesi, hiç kuşkusuz, linçler ve yargısız çabucak yapılan infazlardı.
1877 ve 1950 yılları arasında, yaklaşık haftada bir kişi olmak üzere 4 bin kadar siyah linç edildi. Bu bir terör estirme biçimiydi. Böylece bir siyah, bir polise “Beyefendi” demediği için; diğer biri savaştan döndüğünde askeri üniformasını çıkarmayı reddettiği için linç edildi. 1950’li yıllara kadar, beyaz egemenliğine itiraz etmek; tutuklanmak, dövülmek, öldürülmek, canlı canlı yakılmak gibi tehlikeler olmaksızın mümkün değildi. Linç edenler, genellikle adalet kurumlarından yana bir endişe duymuyorlardı. Hatta çoğu zaman polisler, yargıçlar ya da diğer adalet mensupları da lince katılırdı.
7 Ağustos 1930’da Thomas Shipp ve Abram Smith, beyaz bir fabrika çalışanı olan Claude Deeter’i öldürdükleri ve arkadaşı Mary Ball’a tecavüz ettikleri iddiasıyla linç edilip asıldı. Ancak dava asla çözülmedi.
Bir siyah 1945 yılında, sözde bir tecavüz iddiasıyla, iki buçuk dakikalık karar alma görüşmesinden sonra linç edilerek infaz edildi. 1894 yılında, Mississippi piskoposu, “Kanunlar çok yavaş işliyor ve hapishaneler çok dolu,” diyerek linç etmeyi meşrulaştırıyordu. Blues şarkıcısı Billie Holiday, 1939 yılında, sözleri komünist Abel Meeropol tarafından yazılan “Garip Bir Meyve” adlı şarkısıyla linci eleştirdiği için FBI ve Amerikan hukuku tarafından ölünceye değin taciz edildi.
“Güney’deki ağaçların acayip bir meyvesi var
Yapraklarında ve köklerinde kan var
güney’in yumuşak rüzgarında siyah bir gövde sallanıyor
Kavaklarda garip bir meyve sallanıyor”
Ayrımcılık, okullarda, iş yerlerinde, toplu taşıma araçlarında, barlarda, sinemalarda, parklarda, hastanelerde, genel olarak halka açık her yerde siyahlarla beyazların bulundukları alanların ayrılması gibi biçimler alıyordu. Örneğin, Alabama’da bir yasa şunu belirtiyordu: “Bütün restoranlarda ve yiyecek servisi yapan diğer yerlerde, eğer beyazlar ve siyahlar için ayrı salonlar yoksa, salon en azından iki metre yüksekliğindeki kapısız bir paravan ile ayrılmalıdır. Aksi halde bu yerler yasa dışı sayılacaktır.” Ayrımcılık sadece bu tür uygulamalarla da sınırlı değildi, siyahlar, oy hakkı da dahil olmak üzere birçok haktan yoksundu. Bazı hakları kullanmaları teoride kabul edilse bile, pratikte kullanamıyorlardı.
İlk direnişler: NAACP ve Marcus Garvey
1890’lı yıllarda, güneydeki birçok eyalette “halk partileri”, yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı, siyah ya da beyaz farketmeksizin yoksul köylüleri bir araya getiriyordu. Bu partilerin çoğu, ırkçılığın yoksulları bölüp, zenginleri güçlendirdiğinin altını çiziyordu. Bunların başlattıkları hareket yenildi ve birçok eyalette siyahların hakları daha da geriledi. Ayrıca siyahlar, on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren, linç vahşetine karşı kampanya başlatıp sürdürdüler ve siyasi örgütler kurdular.
Bunların en eskisi, siyahları Geliştirme Ulusal Derneği NAACP‘ydi (National Association for the Advancement of Colored People). Toplu bir linç olayının ardından 1909 yılında kurulan bu önemli, reformcu örgüt, ötekileştirmenin bu en isyan ettirici görünümüne karşı kampanyalara girişti ve mahkemelere başvurdu.
1940 yılında 50 bin, 1946 yılında 500 bin üyesi vardı. Yönetiminde burjuvaların yer aldığı, işçi hareketini dışlayan burjuva bir örgüttü. Sivil haklar alanında bile zor kullanmayı reddediyordu. Ancak derneğe katılanlara, kendilerine karşı uygulanan acımasız, şiddetli diktatörlük karşısında, hatta ayrımcılığa karşı hukuki mücadeleleri sürdürmek için bile cesaret gerekiyordu.
400 bin siyah asker, orduda zorlu bir ayrımcılık deneyimi yaşarken, Jamaikalı Marcus Garvey, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, tamamen farklı bir politika ile Evrensel Siyahları Geliştirme Derneği UNIA’yı (Universal Negro Improvement Association) kurdu. Siyah askerler savaştan döndüklerinde, Ku Klux Klan tam bir canlanma dönemindeydi.
1919 yazı, genellikle ırkçı beyazların siyahlara şiddetle saldırdıkları bir dizi ırkçı ayaklanma ile damgalandı. Garvey, sosyal anlamda kapitalizmi savunan muhafazakar, tutucu biriydi, sendikalara ve komünizme karşı mücadele ediyordu. Ancak konuşmaları siyahları, özellikle de kuzey eyaletlerinde bulunanları etkiliyordu. Onlara renkleriyle gurur duymaları gerektiğini, Tanrının siyah, cinlerinse beyaz olduklarını söylüyordu. Karayipler ve Amerika’daki 400 milyon Afrikalı siyahın birliğini sağlamak ve Avrupa sömürgeciliğinden arınmış özgür bir Afrika’da yeni bir yaşam ütopyasını gerçekleştirmek için mücadele ediyordu.
Takipçilerinin pek çoğu Afrika’yı hiç bilmiyordu ve orada yaşamak gibi bir istekleri de yoktu. Siyah bir kadın, bir beyaz tarafından otobüste itilip kakıldığında “Marcus’un iktidara gelmesini bekleyin, size de diğerleri gibi, hak ettiğiniz biçimde muamele edilecek” diyordu, bunu söylerken de Afrika’yı değil, siyahların çok eski nesillerden beri yaşadığı ABD’yi kastediyordu. Garvey’in örgütünün on binlerce üyesi ve milyonlarca taraftarı vardı. Beyazların üstünlüğünü savunanları korkutan Garvey’in fikirleri değildi. Çünkü Garvey’in kendisi de ötekileştirmeden, ayrımcılıktan yanaydı ve sivil hakların elde edilmesine karşıydı. Onları korkutan bu düşüncelerin milyonlarca siyahta yaratacağı ümitti. Garvey, 1925 yılında tutuklanarak iki yıl boyunca dolandırıcılık gerekçesiyle hapsedildi. Daha sonra da Jamaika’ya sürgün edildi. Parti önemini kaybederek zayıfladı ve ardında önemli bir siyasal boşluk bıraktı. Bununla birlikte 1930’lu yıllarda, İslam Ulusu gibi, ilerde pek çok kere adından söz edilecek örgütler, hızlı bir gelişme yaşayarak Detroit ve Chicago gibi kentlere yerleşip kök saldılar. Bu örgütler, Garvey’inkine benzeyen fikirlerle yola çıktılar, hatta bazen aynı militanlarla örgütlenip çalışmlarına devam ettiler.
Sosyalistler ve Komünistler
Eşitlikçi doğasından ötürü sosyalist harekette, siyahların ezilmesine karşı olmak gibi bir gelenek vardı. Daha 1853 yılında Marks’ın yoldaşı Joseph Wedemeyer, Chicago’daki Amerikan İşçilerinin Birliği’ne katıldığında, birliğin belirleyici ve değişmez kurallarından biri, “ABD’de yaşayan tüm işçilerin, meslek, dil, deri rengi, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin birliğe üye olabileceği” idi. Genellikle Marks’la bağlantıları olan Birinci Enternasyonal’in destekçileri, 1860 ve 1870’li yıllarda aynı zamanda siyahlara yapılan baskı ve şiddete karşı da mücadele ediyorlardı. Amerikan kapitalizminin ötekileştirmeyi, ayrımcılığı ve ırkçılığı, bütün emekçileri daha iyi sömürebilmek için nasıl kullandığını ve bunun işçi sınıfını bölen uygulamalarını bilen komünistler ırkçılığa karşı da mücadele ediyorlardı.
Sosyalist Parti içinde 20. yüzyılın başında kuşkusuz ırkçı sağcı bir kanat da vardı. Ancak partinin diğer yöneticileri işçi hareketinin bağrında, ırkçılıkla mücadele ediyordu. Örneğin Eugene Debs, siyahlarla beyazların ayrı olduğu oturumlarda konuşmayı reddediyor, Demokrat Parti’nin siyahların oy hakkını kullanmasını sınırlama girişimlerine karşı da mücadeleler örgütlüyordu.
Aynı zamanda Komünist Parti de, 1919 yılındaki kuruluşundan itibaren, siyahlara uygulanan baskı ve zulme karşı mücadele örgütleri oluşturmuştu. Komünist Parti, 1931 yılındaki Scottsboro Boys gibi kampanyalara katıldı. Alabamalı sekiz siyah genç, suçsuz oldukları halde iki beyaz genç kadına tecavüz ettikleri gerekçesiyle yargılanıyorlardı. NAACP, gençleri savunmak istemiyordu. Komünist Parti, uluslararası bir kampanya başlatarak gençlerin beraat etmesini sağladı. Bu durum Komünist Parti’ye siyah kitleler arasında inandırıcılık ve itibar kazandırdı.
İkinci Dünya Savaşı
İkinci Dünya Savaşı boyunca, 3 milyon siyah askere alındı ve bunların 500 bini denizaşırı yerlere gönderildi. Devrimci sol CLR’nin militanı James’in yazdığı gibi: “Ne zaman bir kan dökülmesi gerekse, bu ülkenin yöneticileri siyahların kanlarının dökülmesini düşünüyorlar. […] Onları oy verme hakkından yoksun bıraktılar, en kötü işler onlara verildi, en kötü gecekondularda kalmaları sağlandı, linç edildiler ama insanların “demokrasi” için ölmeleri istendiği zaman, emin olun ki gelip Zencileri götürecekler.”
Bu askerlerin pek çoğu orduda maruz kaldıkları ayrımcılık nedeniyle isyan etmiş olarak geri döndüler. Öyle ki savaşta yaralananlar arasında yapılan kan nakli bile siyah ve beyazlar için ayrıydı! Sözde “özgürlük” için savaştıktan sonra, siyahların beyazlarla bir arada yaşadıkları eyaletlerde bile evlerine döndükten sonra yine linç edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Bu durum direnişin birçok yeni biçiminin ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin, 1946 yılının Şubat ayında, Columbia’daki Tennessee kentinde bir siyah ile beyaz arasında kavga çıkması üzerine, dört beyaz polis siyahların oturduğu mahalleye geldi, mahalle sakinleri polise ateş açtılar. Bu ve bunun gibi birçok diğer olay, siyahların artık baskı ve şiddete daha fazla maruz kalmaya tahammüllerinin olmadığını gösteriyordu.
Sivil Haklar Hareketi, sakin bir ortamda patlak vermedi. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda doruğa çıkan ırkçı baskı ve şiddete karşı başkaldırı, 1955 yılında, çeşitli biçim ve ritimlerde yaklaşık 20 yıl kadar sürecek bir direnişe dönüştü.
1950’li ve 1960’lı yıllardaki başkaldırı 1955: Sivil Haklar Hareketi
Emmett Till adlı 14 yaşındaki bir genç, 1955 yılının yazında, beyaz bir kadının arkasından ıslık çaldığı için Mississippi’de linç edildi. Annesi oğlunun cesedini almak ve kendi yaşadığı Chicago’ya getirtmek için çok savaştı. Tabutu açtı ve oğlunun korkunç derecede hırpalanmış, parçalanmış olan cesedini halka gösterdi. Bu fotoğraflar basında yayınlandı. İki katil, Eylül ayında beraat etti. Karar alma süresi 67 dakika sürdü. Jüri tamamen beyazlardan oluşmuştu ve soda içmek için bir de ara verilmişti… Emmett Till’in Chicago’da yapılan cenaze törenine 50 bin kişi katıldı.
İşte Rosa Parks’ın, 1955 yılının Aralık ayında Alabama Montgomery’de, otobüste bir beyaza yerini vermediği için tutuklanması, böylesi bir ortamda gerçekleşti. Önceden de buna benzer birçok olay olmuştu ama NAACP bunlar için hiçbir şey yapmamıştı, çünkü olaylarla ilgili kişilerin statüleri, olayın takibi için tatmin edici bulunmamıştı. Montgomery seksiyonu sekreterinin açıkladığı gibi, Rosa Parks 12 yıldan beri Sivil Haklar için mücadele ediyordu, “Evliydi… ahlaki anlamda netti ve iyi bir eğitimi vardı.” 43 yaşındaki bu terzi şöyle diyordu: “Bütün gün çok çalışıp yorulmuştum. Benim işim beyazlar tarafından giyilen giysileri dikmek.” Parks, önce Montgomery, daha sonra da bütün ülke siyahlarının sembolü oldu. Şehir otobüslerinin boykot edilmesi sırasında, her gün 50 bin siyah ya yürüyordu ya da genellikle evlerinden kilometrelerce uzaktaki işlerine birbirlerini arabayla götürüyorlardı. Bu durum sadece bir hafta ya da bir ay değil, 381 gün sürdü. Boykotu düzenleyen 100 kadar örgütleyicinin hapsedilmesi ya da siyahların devam ettiği dört kiliselerinin bombalanması mücadeleyi durduramadı. Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi belediyenin toplu taşıma araçlarındaki ayrımcılığını yasakladı.

Montgomery boykotu siyahların kazanabileceğinin kanıtıydı. Boykot, gelecek 10 yıl içinde sivil haklar için yapılacak bütün mücadelelere ivme kazandırdı. Martin Luther King, hareketin en önemli lideri oldu. King, 26 yaşında genç bir Protestan din adamıydı ve küçük burjuva kökenliydi. Kölelikten beri devletin siyahlara dair gerçekten tanıdığı tek kuruluşlar onların kiliseleriydi ve kiliseler, baskı ve şiddete karşı direnişin temel merkezlerini oluşturuyordu. King, siyahların hakları için, kiliseler temelinde, SCLC (Southern Christian Leadership Conference, Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı) adlı dini referansları olan bir örgütü yönetiyordu.
Şiddete, Gandhi’nin şiddet karşıtlığı felsefesi ve kitlesel eylem yöntemleriyle cevap veriyordu. Fiziksel olarak çok cesurdu, Ku Klux Klan evine bomba yerleştirdiğinde de böyle davrandı. Ama King, bir reformistti. İktidarla diyaloğun, olay ve olguları ilerleteceğine inanıyor, devletin ırkçı olmasına rağmen siyahların çıkarlarını korumaya itilebileceğini düşünüyordu. Aslında derinliğine bakıldığında King, yarım asırdır siyahların sorunlarıyla ilgilenen avukatlardan çok farklı değildi. Değişen sadece siyahların artık korkmaması ve geniş bir isyana girişmiş olmasıydı.
Hareketlenme, başlangıçta, 1960’lı yılların ortalarına kadar, otobüsleri, mağazaları boykot etmek gibi barışçıl, şiddete başvurulmayan biçimlerde oldu. 1960 yılında Kuzey Carolina’daki Greensboro öğrencileri, sadece beyazlara servis yapan bir barın tezgahına oturdular. Yaptıkları eylem, birkaç gün sürdü. Bu eylemlere 70 bin kadar siyah öğrenci katıldı. Aralarından 3 bin 600’ü tutuklandı ancak bu durum onların cesaret ve kararlılıklarından hiçbir şey eksiltmedi. Daha sonra, 1961 yılından itibaren, beyaz ve siyahlar Freedom Riders adlı bir dayanışma hareketinde birlikte mücadele ettiler.

Güneye giden otobüslere birlikte bindiler; ayrımcılığa kafa tutmak için, hiçbir ırkçı kısıtlamaya kulak asmadan, aynı bekleme salonlarını, kafeteryaları, tuvaletleri kullandılar. Ku Klux Klan’a bağlı gruplar tarafından yumruklarla, demir çubuklarla saldırıya uğruyorlardı. Onları korumaktan uzak olan polis, saldırganlara engel olmuyor, istediklerini yapmakta serbest bırakıyor, hatta siyahları tutukluyordu. Polis şefi, bir protesto gösterisinin ardından yapılan tutuklamalardan sonra tutuklananların isimlerini okurken, kendisini 9 yaşındaki bir çocuğun önünde buldu. Çocuğun ismini sorduğunda çocuk, “Özgürlük, özgürlük” diye yanıtladı.1963 yılının sadece Nisan ayında 3 bin 300 kişi hapse atıldı. Ve hareket, farklı çapta bir protesto dalgasıyla devam etti. Siyahlar, güneyde her yerde, darbeleri, yangın bombalarını, polis köpeklerinin ısırmasını, işten atılmayı, tutuklanmayı ve ölümü göze alarak sokağa dökülüyordu. Bütün kentlerde her yaştan insan, savaşıyordu.
28 Ağustos 1963’de 250 bin kişi ayrımcılığı protesto etmek için Washington’da bir araya geldi. Martin Luther King bu protesto gösterisinde “Bir Hayalim Var” diye anılan meşhur konuşmasını yaptı. Kongre, Medeni Hak yasalarını acilen kabul etti. Yasaların kabul edilmesiyle uygulanması arasında dağlar vardı. Siyahların 1960’lı yılların bütün geri kalan kısmında mücadele etmeye devam etmeleri gerekti.

Örneğin, Alabama’daki Selma’da, dışlanmanın sembollerinden biri siyahların oy kullanma hakkından mahrum edilmesiydi. Kentteki 15 bin yetişkin siyahın sadece 335’i seçmen kaydı yaptırmayı başarabildi. Siyahlardan daha az sayıdaki beyazlar, seçmenlerin %99’unu oluşturuyorlardı. Alabama valisi Wallace, ırkçı bir demokrattı ve bunu saklamıyordu: “Bugün ayrımcılık. Yarın ayrımcılık. Ve her zaman ayrımcılık.” diyerek yaptıklarını savunuyordu.
Selma’da 1965 yılının Şubat ayında yapılan bir protesto gösterisinde genç bir siyah, polis tarafından öldürüldü. Bunu izleyen protesto gösterileri Ulusal Muhafızlar tarafından şiddetle bastırılıp dağıtıldı: Protestocular kölecilik döneminde olduğu gibi kovalandı, izleri sürüldü, coplandı, kırbaçlandı ve askerlerin atlarının ayakları altında kaldı. Selma’daki olaylar, bütün ülkede bir isyan dalgası başlattı. Mücadele, siyahların seçmen listelerine kayıt olmalarını engelleyen okuma yazma bilme zorunluluğu, “anayasa” ya da “örf ve adet” bilgileri üzerine yapılan testler gibi ayrımcı uygulamaların kaldırılmasına yol açan bir yasanın çıkmasıyla başarıya ulaştı.

1960’lı yıllar boyunca, önce Kennedy daha sonra da Johnson’la Demokrat Parti iktidardaydı. Özellikle Johnson, siyahların hareketini boğmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Johnson, güney eyaletlerinin yöneticilerini, siyah hareketini vahşice ezmeleri için istediklerini yapmakta tamamen serbest bıraktı. Hatta ayrımcı bir yönetici olan Wallace, Demokrat Parti’nin ön seçimlerinde aday olup oyların üçte birini aldı. 1965 yılında kabul edilen siyahların oy kullanma haklarını garanti altına alan kanun gibi birçok medeni kanun, Johnson’un yönetimi altında kabul edilse de, bu kanunları Johnson’un ya da Kongre’nin onayladığı anlamına gelmiyordu. Aksine Johnson sırtını, 1924 yılından beri ırkçı, çılgınca antikomünist, vicdansız bir polis olan J. Edgar Hoover tarafından yönetilen FBI’a dayıyordu.
Sivil Haklar talebinden isyana
Militanların şiddet karşıtlığına muhalefet etmeye başlamaları Selma’daki hareketin birkaç yıl öncesine dayanıyordu. Örneğin Robert F. Williams, kuzey Carolina Eyaleti’nin Monroe kentinde yaşayan siyah bir militandı. Kentte belediyenin yüzme havuzu siyahlara yasaktı. siyahların çocukları, tehlikeli bir nehirde yüzüyordu. Robert Williams, iki çocuğun 1961 yılında nehirde boğulmasından sonra, yüzme havuzunun kapısının önünde bir eylem başlattı. Beyazlar hemen, “Zencileri öldürün! Zencileri öldürün!” sloganlarıyla toplandılar. Eski bir asker olan Williams, siyahların kendilerini silahla savunmaları gerektiğini söylüyordu. Bu kendini koruma yöntemi ona göre, şiddete maruz kalmaktan kurtulmanın en iyi yoluydu. Ona göre bir yanağına vurulduğunda diğerinin uzatılmaması gerekiyordu. Eğer (kendini üstün gören) bir beyaz, (kendinden aşağı gördüğü) bir siyahı öldürmeye teşebbüs ederse kendi yaşamını da kaybedeceğinden endişe etmeliydi

Küba’da, 1959 yılında, Castro önderliğindeki gerillalar ABD kuklası Batista diktatörlüğünü devirmişti. Ülke siyahlara, oraya giden Amerikalı siyah militanların da tanık oldukları gibi beyazlarla eşit haklar verdi. Devrimin lideri Castro, 1961 yılında genç sosyalist Küba’yı bozguna uğratmak için askeri bir çıkartma örgütleyen Kennedy yönetiminin isteklerine boyun eğmeyi reddediyordu. Castro, 1960 yılında New York’a gittiğinde, Harlem’de bir kahraman gibi karşılandı. Küba Devrimi, Amerikan siyah hareketinde, özellikle de sömürge egemenliğine karşı ayaklanan Afrika ülkelerindeki diğer bütün özgürlük hareketleri gibi tetikleyici ve cesaretlendirici bir rol oynadı.
Bir yandan sivil haklar için mücadele sürerken, diğer yandan siyahların şiddet kullanmama üzerine hesap yapmayı bırakmaları gerektiği fikri, 1960’lı yılların ikinci yarısında çeşitli biçimlerde ifade edildi. Örneğin, Louisiana’da, “Savunma ve adalet için diyakozlar (papaz yardımcısı)” tarafından bir başka öz savunma örneği verildi. Ku Klux Klan tarafından denetlenen bir bölgede, bu siyah grubu, sivil haklar için mücadele eden militanları ve ailelerini korumak için silahlı bir grup kurmuştu. Militanların birçoğu, Ku Klux Klan’ı yenmek için askeri beceri ve kazanımlarını kullanan eski askerlerdi.
İslam Ulusu ve Malcolm X
İslam Ulusu, bir tokat atıldığında diğer yanağını da çevirmeyi reddeden örgütlerin kuzeydeki en büyük silahlı kanadıydı. Hareket yayılmaya başlamadan önce, 1930’da Detroit’te bir tarikat gibi örgütlenmeye başlamıştı. Elijah Muhammad tarafından yönetilen İslam Ulusu, Garvey’in siyahların gururu, beyazların nefreti gibi bazı fikirlerini yeniden gündeme getiriyordu. Örgüt başlangıçta sadece birkaç yüz üyeye sahipken, 1960’lı yılların başında haftalık gazetesi 500 bin satmaya başlamıştı. Gerçekten çok militan bir kitle örgütüydü. Özellikle ülkenin kuzeyindeki en yoksul siyahları bir araya getiren bir kiliseden daha çok, bir parti gibi davranıyordu.
İslam Ulusu hareketi insanlara bir anlamda özgüven aşılıyor ve onları kendilerini savunmaya yönlendiriyordu. Cassius Clay adında dünya ağır sıklet şampiyonu genç bir boksör, 1962 yılında İslam Ulusu Örgütü’ne katıldığında, adını Muhammet Ali olarak değiştiriyor ve “Bu değişim, beni, köle efendileri tarafından aileme verilen kimlikten özgürleştirdi” açıklaması yapıyordu. İslam Ulusu Örgütü “İslamın Meyveleri” adlı kendi özel milislerini oluşturdu. Bu örgüt, NAACP’ın yapmayı her zaman reddettiği bir şeyi gerçekleştirip, yoksul gençleri ve hatta varoşlardaki çeşitli kanunsuz işlere karışmış suçlu gençleri de örgütledi.

Siyah Müslümanların en önemli isimlerinden biri Malcolm X‘di. O hapishanede politikleşmiş eski bir suçluydu. Hapiste Müslümanlığı kabul etti ve Malcolm X adını aldı. X, Afrika’daki hiç öğrenemediği isim ve soyadının yerine geçiyordu. İslam Ulusu Örgütü’nün liderlerinden birine dönüşen Malcolm X, şiddet karşıtı yöntemleri korkakça ve etkisiz görüyor, siyahların kendilerini savunmaları gerektiğini açıklıyor ve “Göze göz dişe diş ve bir yaşama bir yaşam. Eğer özgürlüğün bedeli buysa bu bedeli ödemekte tereddüt etmeyeceğiz.” diyordu.
New York polisi, 26 Nisan 1957’de Müslüman bir siyahı tutukladı ve hunharca dövdü. Harlem’deki bir camiyi yöneten Malcolm X, bu olayı izleyen saatlerde, gece yarısı 4 bin kişiyi harekete geçirip karakolun önünde topladı. Bu eylem sonucunda, tutukluların hastanede tedavi edilme hakkı kazanıldı. Bu bir zaferdi ve siyahların kararlılıkla örgütlendikleri takdirde darbe almadan politik taleplerini kabul ettirebileceklerini ispatlıyordu. Malcolm X, büyük medya organlarına davet edilmeye başlandı ve polis tarafından sıkı takibe alındı.
Karizmatik biri olan Malcolm X, kısa zamanda çok popüler oldu. Elijah Muhammed onun gölgesinde kaldıysa da, Malcolm yine de ona bağlıydı. Tüm bu saygı ilişkisine rağmen aralarında sıkça anlaşmazlık oluyordu. Malcolm X, 1963 Kasımında Kennedy öldürüldüğünde, “Tavuklar kümese tünemeye geri geldi”, başka bir deyişle “aradığını buldu” diyor ve devam ediyordu: “Kırsal kesimde yetişmiş bir genç olarak, kümese geri gelen tavuklar beni hiçbir zaman kederli, üzüntülü kılmadı, her zaman sevindirdi.” Bu açıklama ABD Hükümeti’ne, aynı zamanda da baskı ve şiddetten ödü patlayan Elijah Muhammed’e karşı bir savaş ilanıydı. Malcolm X ihraç edildi ve kendi örgütünü kurdu.
Malcolm X, siyasi anlamda Martin Luther King’den farklı olarak, ne devletle uzlaşmayı, ne de siyahların entegrasyonunu, yani Amerikan toplumuna girip onunla bütünleşmesini amaçlıyordu. Her şeyden önce siyahların, beyazlardan ayrılmasını talep ediyordu. Bu aynı zamanda bir anlamda, beyazların burjuvazisinin ve onun devletinin, siyah küçük burjuvazisini kendi öz iktidarını kurmakta özgür bırakması, siyah emekçilerle yapması koşuluyla, beyaz emekçilere istediği gibi baskı ve şiddet uygulayabileceği anlamına geliyordu. Siyah Müslümanların milliyetçiliği, onları, siyahların mahallelerinde sadece siyahların sahip oldukları ticari yerlerin ve şirketlerin olmasını ve siyah topluluğun parasının öncelikle siyah patronlara gitmesini talep etmeye kadar götürdü.
Malcolm X, 1965 yılında, İslam Ulusu Örgütü tarafından, Eliah Muhammed’in onayı ile ihraç edildikten 15 ay sonra öldürüldü. Öldürüldüğü dönemde tam bir politik gelişme ve düşünsel evrim içindeydi. Örneğin Hac için Mekke’ye gittikten sonra bütün beyazların “şeytan” olmadığını açıklamış ve sosyalizmi savunmaya başlamıştı. Siyah milliyetçiliğinin bir çıkmaz içinde olduğunu görüyor, farklı çözümler araştırıyordu. Hiç kimse onun ne yönde, nasıl evrileceğini, gelişeceğini bilmiyordu. Sonuna kadar gitmeye hazırdı. Ölümü, kurulu düzeni savunanları rahatlatsa da, siyah kitleler nezdinde hatırı sayılır bir öfke yarattı. O artık itibarlı ve saygı duyulan tarihsel bir önderdi. Yaşam öyküsü yüz binlerce kişi tarafından okundu, teyp kayıtları Müslümanlar dışındaki toplumsal hareketler tarafından da dinlendi.
Gecekonduların isyanı ve Siyah Güç (Black Power)

Malcolm X öldürüldüğünde, büyük kentlerin gettolarında isyanlar patlak verdi. Bu dönemde siyahların yarısı kuzeyde yaşıyordu. New York nüfusunun altıda birini, Chicago nüfusunun dörtte birini, Detroit nüfusununsa üçte birini oluşturuyorlardı. Bu kentlerde ırkçı uygulamalara, işsizliğe, işyerlerinde patronların hatta bazen sendikaların da işbirliği yapıp desteklediği ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Sadece, genellikle yoksul olan siyahların oturduğu mahallelerin ve tamamen beyazların oturduğu rezidanslardan oluşan mahallelerin oluşturduğu gerçek gettoların inşa edildiği görüldü. Okullar bile ayrılmıştı. siyahlar, oy kullanma haklarının olduğu yerlerde bile sömürü ve sefalete maruz kalıyorlardı. siyahlara karşı uygulanan polis şiddeti hiçbir zaman cezalandırılmadı. Örneğin Los Angeles polisi iki buçuk yılda 65 kişiyi öldürdü.
1964 yılının Temmuz ayında bir polis 15 yaşındaki bir siyahı öldürdüğünde New York’taki Harlem mahallesi alevlendi. Bu isyan, ayrımcılığı yasaklayan Sivil Haklar Yasası’nın kabulünden sadece iki hafta sonra patlak verdi. Bu isyancıların yeni çıkan yasadan hiçbir şey beklemediğinin, yasanın pratikte bir geçerliliği olacağına inanmadıklarının bir çeşit göstergesiydi.
Los Angeles’taki Watts gettosunda 11 Ağustos 1965’te bir ayaklanma patlak verdi. Polisin genç bir siyaha uyguladığı kaba şiddet 6 günlük bir ayaklanmaya neden oldu. Bu ayaklanma sırasında polise ve beyazlara saldırıldı. 4 bin kişi gözaltına alındı, 34 kişi öldürüldü. Ölenlerin hepsi siyahtı. Bunlar kitlesel ayaklanmalardı ve 80 bin kişinin bu ayaklanmalara katıldığı tahmin ediliyordu. Chicago’da 1966 yılı ayaklanmaları sırasında üç siyah öldü. Aynı yıl Cleveland’da dört siyah daha öldürüldü. Detroit’te 1967 yılında patlak veren bir isyan ordu tarafından bastırıldı. Olaylarda 43 kişi öldü, bin 200 kişi yaralandı, 7 bin 200 kişi tutuklandı ve 2 binden fazla bina tahrip edildi. Bu durum 1960’lı yılların sonuna kadar sürdü.

“Black Power” (Siyah Gücü ya da Siyah İktidar) adını doğrudan bu getto isyanlarından, özellikle de Watts isyanından aldı. Şiddet Karşıtı Öğrenciler Koordinasyon Komitesi (SNCC) 1960 yılından beri lokantalarda ve dükkanlarda oturma eylemleri düzenliyordu ve slogan böylece gelişip yayıldı. Bu komite, Vietnam Savaşı’na karşı kampanya sürdüren Rap Brown tarafından yönetildi. Brown, “Şiddet “kirazlı tart kadar Amerikandır,” diyor ve siyahlardan silahlarını hükümete yöneltmelerini istiyordu. “Black Power” bir anlamda, Sivil Haklar Hareketi’nin radikalleşmiş uzantısı oldu. Yasal eşitliği elde eden siyahlar, ekonomik ve siyasi güçlerini arttırmak için birleşiyorlardı. Birliğin bileşenlerinin çeşitliliği nedeniyle, sınıf mücadelesi temelinde değil siyah milliyetçiliği temelinde bir araya geliyorlardı.
“Black Power’ın” amacı hiçbir zaman beyazların iktidarını devirmek olmadı zaten bunun için olanakları da yoktu. Black Power bir bakıma siyah küçük burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyordu ABD’de belirgin hiçbir güç devrimci proleter perspektifi savunmuyordu. Hiç kimse siyah hareketine bu perspektifi önermiyordu. siyah milliyetçiliği bir anlamda kaçınılmazdı çünkü maruz kaldıkları baskı ve şiddet her zaman beyazlar tarafından yöneltiliyordu. Buna bağlı olarak, siyahların sömürü ve sefalete karşı sosyal isyanları, onların ırkçı ayrımcılığa karşı isyan ve mücadelelerine karışıyordu.
Black Power, Vietnam Savaşı sırasında da mücadele ediyordu. Bu, dünyanın en güçlü devleti tarafından, komünizme karşı yürütülen savaş adı altında, boyun eğmeyi reddeden Vietnam halkının üzerine bomba yağdırılan korkunç bir savaştı. Vietnam’da 1968 yılında yarım milyon Amerikalı vardı. Çoğu siyahtı, çünkü temel olarak yoksul sınıfın gençleri savaşa gönderilmişti. Ancak Afro Amerikalılar bu savaşa gittikçe daha çok karşı çıkıyorlardı. Muhammed Ali 1967 yılında, “Vietnamlılara karşı hiçbir düşmanlığı olmadığını”, “Hiçbir Vietnamlının onu zenci (Negro) olarak nitelendirmediğini” söyleyerek orduya alınmayı reddettiğinde, siyahlar arasında yaygın biçimde hissedilen bir duyguyu dile getiriyordu. “Neden, Negro diye adlandıkları kişiler arasından biri olan benden, -üstelik burada siyahlara köpek gibi davranılıp, onların en temel insanlık ve kişisel hakları reddedilirken- evimden 16.000 km. uzaktaki bir yere gidip, deri rengi farklı insanların üzerine bomba ve obüs topları atmaya gitmek için bir üniforma giymemi istiyorlar?” Bunları söylediği için Muhammed Ali’nin şampiyonluk unvanı geri alındı ve Ali yıllar boyunca boks lisansından mahrum edildi. Ama milyonlarca siyah, bu tutumuyla gurur duyuyordu.

Martin Luther King gibi ılımlı biri bile savaşı kınadı. 1968’de katledilmesi, sadece tek bir kentte ya da birbiri ardına kentlerde değil, eş zamanlı olarak onlarca kentte ayaklanma başlattı. Dönemin Başkanı Johnson, orduyu ve Ulusal Muhafızları harekete geçirdi. Ayaklananların onlarcası öldürüldü, binlercesi de yaralandı. Bu, reformizmin ve şiddet karşıtlığının başarısızlığa uğramasıydı: “Düşmanı sevmek” ve “diğer yanağını çevirmek” fikrinin umutsuz ve çıkışsız bir yol olduğunu kanıtladı.
Kara Panterler

Daha önce söylendiği gibi “Black Power” derinlikli bir hareketti. Örgütlerinden biri ve kuşkusuz en önemlisi Kara Panterler (Black Panthers) oldu. Huey Newton ve Bobby Seale tarafından, 1966 yılında Kaliforniya’nın Oakland kentinde kurulan “Öz Savunma İçin Kara Panter” İslami bir yön taşımasa da Malcolm X’in geleneğini takip ediyordu. Mao’nun küçük kızıl kitabını satıyor, bütün çelişkileriyle birlikte Marksizmi siyah milliyetçiliğiyle birleştirmeye çalışıyorlardı. Vietnam Savaşı’na karşı çıkıyorlar ve ABD’nin sözde “dünyada özgürlük sağlamak” için başlattığı haçlı seferlerinin, aslında halkların özgürlük hareketlerini bastırmak için taktığı iki yüzlü bir maske olduğunu söylüyorlardı.
En yoksul tabakalardan, gettolardaki siyahlar arasından gençleri örgütlüyor, siyah deriden üniformalar giyip, siyah bere, eldiven ve siyah gözlük takıyor ve bununla gurur duyuyorlardı. Silahlı Kara Panterler, haklı olarak ırkçılık ve kaba şiddet kullanmakla suçladıkları Oakland polisini “daha medeni kıldıklarını” iddia ediyorlardı. Polis bir siyahı tutukladığında, görünür bir biçimde ellerinde bulunan ceza kanununun maddelerini okuyorlar ve polisi zorlayıp tutuklama yapmaktan vazgeçiriyorlardı.
Dört yılda 68 kentte seksiyonlar oluşturdular ve binlerce de üye kazandılar. Kısa bir süre sonra, polisle birçok karşılıklı çatışmaya gireceklerdi. Gasp eden, dayak atan, hatta kendilerine muhalif olanları ve muhbirleri öldüren küçük bir milis oluşturdular. Bir anlamda devlet aygıtına kafa tutuyorlardı. Örneğin 1967 Mayısında, Kaliforniya Eyaleti Meclisi’ni silahlı olarak işgal ettiler. Bu onların ani ve şiddetli bir karşı saldırıya uğramalarına neden oldu. 1969’da yüzlerce militan tutuklandı. FBI, Chicago Panterlerinin yöneticisi Fred Hampton‘un bir polis baskını sırasında yatağında öldürülmesi gibi, birçok militanı öldürdü. Diğerlerini etkisiz kılmak için de sahte kanıtlar üretildi, hileli duruşmalar yapıldı.
Bu bir dönemin sonuydu. güneyde ve kuzeyde milyonlarca kadın ve erkek yıllarca savaşmıştı. Çünkü artık işçiler, getto sakinleri, aynı zamanda ev hizmetlerinde çalışanlar, sözleşmeli ortakçı tarım işçileri gibi örgütlenmeleri çok zor olan kategori mensubu kişiler, kadınlar, erkekler, ergen çocuklar, hatta küçük çocuklar bile baskı ve şiddete maruz kalmak istemiyordu. Bu öylesine bir öfkeydi ki devrimlerden besleniyordu. Hatta sporcular bile isyanı, tarafsızlığın kalesi olan spor sahalarına kadar taşıyorlardı. 1968 yılındaki Meksika Olimpiyatları’nda Amerikan milli marşı yankılanırken, podyumdaki iki koşucu Tommie Smith ve John Carlos, başlarını eğip yumruklarını havaya kaldırarak bütün bir halkın şiddetli öfkesini dile getiriyorlardı. Aynı zamanda bu isyanın derinliği, burjuvazide yarattığı korku ölçüsünde uygulanan baskı ve şiddetin yoğunluğunu anlamayı sağlıyordu.
1970’li yılların gerileme döneminden günümüze
1992 yılında Los Angeles’ta, araba kullanan siyah Rodney King‘i pestilini çıkarıncaya kadar döven beyaz polis memurlarının, beyaz bir jüri tarafından beraat ettirilmesinin ardından bir ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanma altı gün sürdü ve 50’den fazla kişi öldürüldü. Sivil Haklar Hareketi’nden 20 yıl sonra, ırkçılık ve onun neden olduğu potansiyel patlamalar hala vardı.
Katrina Kasırgası, 2005’te güneydeki bölgeleri tümüyle harap ettiğinde New Orleans’ın yoksul siyahlarının on binlercesi felaketzede oldu ve 2 bin kadarı da bu doğal afette canını yitirdi. Bush hükümeti, “kenti terk etmeleri gerekiyordu” diye açıklama yaptı. Oysa insanların kenti terk etmek için olanakları veya gidebilecekleri bir yer yoktu… ABD hükümeti, Afganistan ve Irak’taki müdahaleleri için yüz binlerce insanı, aşırı geliştirilmiş karmaşık donanımları seferber ederken, kendi kentlerinin bağrındaki yoksullara yardım etmek için hiçbir şey hazırlamadı ve yapmadı!
Koşullar daha sonra, özellikle de 2008 yılından ve ekonomik krizden bu yana daha da kötüleşti.
Ekonomik ve sosyal kriz
Krizden bütün işçi sınıfı etkilendi. İpotekli kredi verme yaklaşık 6 milyon hacze yol açtı. 6 milyon aile, arabalarında, bir karavanda, derme çatma yerlerde ya da sokakta yaşamaya mahkum edildi. Kredileri veren emlak (gayrimenkul) şirketleri, en yoksulları özellikle de siyahları hedef almıştı. Kriz daha sonra, milyonlarca iş olanağının ortadan kalkmasına ve işsizliğin önemli ölçüde artmasına yol açtı. Bu durumda, koşullar siyahlar için daha ciddi ve ağırdı. Siyahlardaki işsizlik oranı, resmi olarak nüfusun tamamının işsizlik oranının iki katı kadardı.
Bir beyaz aile, ortalama olarak siyah bir ailenin iki katından fazla kazanıyordu. Yoksulluk oranı, aynen 1960’lı yıllarda olduğu gibi, siyahlarda beyazlarınkinden 3 kat daha fazlaydı. Milyonlarca insan, elindekilerin değer kaybettiğine tanık oldu ve bu durum, siyahlar arasında beyazlardan daha yaygındı. Siyahlar 1930 krizinden bu yana, yaşam düzeylerinde daha önce görülmemiş bir bozulmaya tanık oldular.
Ufukta cezaevi var
Günümüzde bile ABD’de baskı ve şiddet çeşitli biçimler alıyor, bunlardan biri polisiye önlemler. Bu dramatik durumun başka bir görünümü de özellikle gençlerin hapsedilmesi. Bu siyaset, sadece 1970’li yıllardan itibaren Nixon’ın değil, aynı zamanda ileriki dönemlerde Reagan ve Clinton’ın hatta Bush’a kadar olan başkanların uyguladığı bir siyasi tercihti. Siyah gençlerin artık sokaklarda olmamaları gerekiyordu. Onlara yeterince iş imkanı sağlamayan hükümetler, siyah gençleri cezaevine koyma yolunu seçti.
Birçoğu, ergenlik çağına girmeden çeşitli suçlardan hapsedildi. Mahkumların dörtte biri şiddet içermeyen, uyuşturucuyla ilişkili suçlar nedeniyle; beşte dördü uyuşturucu kullanma ya da bulundurma suçuyla cezaevindeydi.
1980’de cezaevlerinde, uyuşturucuyla bağlantılı 41 bin tutuklu vardı. Bugün sayıları yarım milyona ulaştı. Ayrıca toplam tutukluların üçte ikisini siyahlar oluşturuyordu. Nixon, 1970’li yıllarda uyuşturucuyu “bir numaralı halk düşmanı” ilan etti. Suç sayısında bir azalma kaydedilse de Reagan, ulusal güvenlik için bir tehdit oluşturduğunu açıklayarak “uyuşturucuya karşı savaş” ilan etti. Aynı sırada CIA, 1980’li yıllarda, Nikaragua’daki anti-komünist gerillaları finanse etmek için toplanan paraları kullanarak, siyahların bulunduğu gettoları uyuşturucuya boğuyordu.
Kongre 1986 yılında, uyuşturucu bağımlılığına karşı bir kanun olan Uyuşturucu Karşıtı Kanunu (Anti Drug Abuse Act) kabul etti. Bu kanunla, uyuşturucu kullanımı için daha ağır hapis cezası uygulamaya kondu. Önceden 500 gr uyuşturucu satmanın cezası hiçbir şekilde şartlı tahliye olanağı olmaksızın beş yılken, artık 5 gr satmak bile bu kadar ceza almaya yeterliydi. Hatta bir yasa, marihuana için, af kapsamına girmeyen ceza uygulaması başlattı.
“Sıfır hoşgörü” siyaseti vaaz ediliyordu. 1990’lar boyunca, Kaliforniya’dan başlayarak birçok eyalet, bir beysbol kuralına göndermede bulunan “üç darbe” yasasını kabul etti. Bu düzenlemeler farklı biçimler alabiliyordu ama cezaların hepsi temelde, eğer suç ikinci bir defa işlenirse, 25 yıl boyunca şartlı tahliye olmaksızın müebbet hapse çevrilebilir ilkesine dayanıyordu. Bu uygulama, örneğin Curtis Wilkerson olayındaki gibi saçma olduğu kadar acımasız da olan mahkumiyetlere neden oluyordu. Wilkerson 1995 yılında 2,5 dolar değerinde bir çorap çaldığı için 25 yıl yatması gereken ve kesinlikle indirilmeyecek bir hapse mahkum oldu. Çünkü 1981 yılında 19 yaşındayken iki defa mahkum olmuştu. Ya da Jerry Dewayne Williams bir dilim pizza çaldığı için 25 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Bugün siyah bir genç kendini, genellikle bir fakülteden çok cezaevinde buluyor. ABD, dünyanın bütün diğer ülkelerine göre, kendi nüfusunun daha büyük bir bölümünü hapsediyor. “Özgürlükler Ülkesi” ABD, 2,3 milyon mahkumla dünya rekoru kırıyor. İstatistiklerin ortaya koyduğu üzere, toplam insan nüfusunun %4,5’ini oluşturan ABD, cezaevinde bulunan nüfusun ise % 23’üne sahip. Mahkumların %45’i siyah. Ortalama olarak üç siyahtan biri (bu oran beyazlarda 17 beyazda bir), hayatında en az 1 defa cezaevine giriyor!
ABD’deki hapis cezaları, en gençlerinki de dahil, medeni herhangi bir ülkede olduğundan çok daha uzun sürüyor. Ortalama 16 yaşında olan 2500’den fazla genç, bir gün affedilme olanakları bile olmadan, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, toplumdan çekilip alınmış durumdalar. Her gün 50 bin mahkum tecrit ediliyor, aralarında birçoğu buna uzun yıllar maruz kalıyor, işkenceye tabi tutuluyor; diğer tutuklularla hiç ilişkileri olmuyor, ziyaretçi kabul edemiyor, ne televizyon seyretmelerine ne de radyo dinlemelerine izin veriliyor. Sadece İncil okuyabiliyorlar, yazma olanakları ya hiç yok ya da çok az. Tek soluklanma süreleri, her gün hücre dışında yaptıkları bir saatlik jimnastikle sınırlı. Ayrıca ölüm cezası da var: 1977 yılında tekrar kabul edilmesinden beri 1.389 mahkumun ölüm cezası infaz edildi. 3.070 mahkum infaz edilmek üzere ölüm koridorunda bekliyor. Bunların çoğunluğu siyah ve çoğu zaman da hileli soruşturma ve mahkemelerle tutuklanmış masum insanlar.
Bütün bu insanlar, kendilerini neden ve nasıl cezaevinde buluyorlar? Bunun politik ve sosyal nedenleri var. Bu feci artış 1970’li yıllarda başladı, 40 yıl önce beş kat daha az tutuklu vardı. Amerikan işçi sınıfı, seri bir ekonomik gerilemeden sert bir biçimde etkilendi. Her seferinde üretimde azalma kaydedildi, fabrikalar kapatıldı, işten çıkarmalar ve işsizlik oranı arttı. siyahlar her zaman koşullardaki kötüleşmenin ilk kurbanlarıydı. Yüz binlerce, milyonlarca siyah, amaçsız kaldılar. Kelimenin tam anlamıyla sanayide iş bulma, çalışma olanaklarını yitirdiler. Siyahların çoğunlukta oldukları Detroit (Michigan) gibi bir kentin evrimi sembolik: 1970’te nüfusu 1,5 milyon olan kentin nüfusu 2010’da 713 bine indi. Kentte kalanların kaç tanesinin geçici kısa süreli işlerden, küçük suçlardan, işsizlikle sınırlı bir gelecekten başka yaşam seçenekleri var?
Çok sayıda genç suçlunun hapsedilmesi, cezaevlerinin de ötesinde, tüm toplumu etkiliyor. siyah çocukların üçte ikisi anne ve babalardan sadece birinin olduğu ailelerde büyüyor. Ayrıca mahkumlar oy kullanamıyor. Herhangi bir suçtan mahkum edilenler, birçok eyalette hayatları boyunca vatandaşlık haklarından yoksun bırakılıyor.
Peki şimdi?
Sonuç olarak, bugün siyah Amerikalıların geleceği nedir? Bugün hala, Montgomery Otobüs Boykotu’ndan 60 yıl sonra, siyahlar ağırlıklı olarak siyah mahallelerinde yaşıyor. Ötekileştirme ve ayrımcılığın en kötü, hoyrat, sert ve acımasız biçimleri 1960’lı ve 70’li yıllarda gerilese de, bu dünyanın en güçlü ülkesi ABD’yi saran devasa ayaklanmaların ardından gerçekleşti. Siyah hareketi, sadece güneyde değil, bütün ülke çapında büyük bir baskı ve şiddete maruz kaldı. Çok sayıda militan, devlet ve uşakları tarafından tutuklandı, cezaevlerine konuldu, hatta infaz edildi. Bugün bile, 40 yıl sonra, Kara Panter Albert Woodfox gibi militanlar, iktidara kafa tuttukları için, 43 yıldan beri hapishanede, tecrit hücrelerinde, özgürlüklerinden yoksun halde bedel ödüyorlar. Mumia Abu Jamal, işlemediği bir cinayetten dolayı, masum olduğu halde 1981 yılından beri cezaevinde. Birçokları ise baskı ve şiddeti hayatları ile ödedi.
Bugün 40 milyon Afro-Amerikalı, hala, işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ferguson ve Baltimore ırkçı cinayetlerini izleyen hareketlerin gösterdiği gibi, siyahlar hala, işçi sınıfının geri kalan kısmına göre, baskı, şiddet ve sömürünün en yoğun haline maruz kalıyorlar. Siyahların sahip olduğu işçi sınıfına ait olma bilinci, beyazlardakinden çok daha yüksek. Bununla birlikte, siyasi ortam ve koşullar çok değişti. Amerikan işçi sınıfı, onlarca yıldan beri, sendikaların tavizlerine, iş koşulları planında örgütlenmesinde ve mücadele geleneklerindeki gerilemelere karşı koymak zorunda. Eğer kızgınlığın patlaması söz konusu olursa, siyah emekçiler, kuşkusuz motor rolü oynayabilir. Ancak beyaz emekçiler gibi siyah emekçiler için de, kaybedilen zemini yeniden kazanmak, yaşam koşullarının kötüleşmesini durdurmak, kapitalist sömürüye ve onu uygulayan devlete karşı ortak bir mücadelenin yolunu bulmak anlamına geliyor. Çünkü kapitalist sisteme saldırmak, siyah Amerikalılar ve dünya emekçilerine uygulanan baskı ve şiddeti kapitalizmle birlikte tarihin çöp sepetine yollamanın tek yolu.
Akıl Fikir Müessesesi’nin Notu
Bu yazı, Fransa’da Lutte Ouvriere’nin yayınladığı “Troçki Çevresi” broşür dizisinden, Eylül 2016 tarihinde Sınıf Mücadelesi tarafından yapılan çevirinin, tarafımızca kısaltılmış, anlatım bozuklukları giderilmiş, görseller ve linkler eklenmiş versiyonudur.
Harika bir calışma.hikayenin bütününü görmemi sagladı.tesekkurler.