“…öyle değil midir; dünya ölçeğinde ustalıkları kanıtlanmış yazarların artlarında bıraktıkları her kitap, içinde yüzülmek üzere yaşamla yeniden ıslatılarak canlandırılan birer nehir. Kitaplıklarımızda öyle kuru kuru durduklarına bakmayın. Kapakları açılmadığı için lal olduklarına… Sessizliğin korosu onlar… “
Neredeyse tüm eserlerini okuduğunuz bir yazarın yeni bir yapıtıyla karşılaştığınızda mı böyle oluyor bilmiyorum fakat bazı yazarların yazdıkları, yeni bir yapıttan çok bir “doku” gibi. Özlediğiniz bir ses tonu ya da uzun süredir dinlemediğiniz bir çocukluk anınız kadar yakın. Harper Lee, Margueritte Duras, İndeborg Bachmann, Susan Sontag, Tezer Özlü; yazınsal serüvenleriyle soluk alıp verdiğim yazarlar. Onları okuyunca kendimle buluştuğumu hissediyorum. Birbirinin yazınsal akrabası kişileriz belki de. Onları okuyunca aynı nehrin kolları birleşmiş gibi oluyor. Onlarlayken, coşkusunu, duygusunu, uzun süredir içimde tuttuğum her şey açığa çıkıyor; kendi evinde yabancı gibi oturan ne varsa, kendi kendine “evine hoş geldin” diyor. Evet evet boş bir ev, benliğim onları okurken… Sonra sonra, ses renklerini de hissettiğim sözcükleriyle, anlatılarının çırpıntısı ile badana oluyor iç evim. Sıfırıncı yerleşim anına dönüyoruz ve dünyayı yeniden kuruyoruz. Soba yanıyor, ateş çıtırdıyor, kedi kuyruğunu sallıyor, bir kadın örgü örüyor, yalım yüzümüze yansırken, anlattıkları, zaten ikimizin de bildiği oluyor. Okumuyorum onları sanki uzun zamandır görmediğim bir dostla dertleşiyorum… Sanki hala bir yerlerde, insan ruhunun, ortaya çıkardıkları bin bir türlü gizemiyle, olağanüstü farklı bakışlarının, onları yerleştirmiş olduğu çilekeş yaşamları için, açık kalmış; kanayan damarmışçasına yardım istiyorlar… Tıpkı aynı niyetle onlara giden benim gibi… “Beni anlıyor musun?” diyorlar. Ben anlaşılmaya giderken anlayan biri olarak, zaten kendisi zor durumda olanın iyilik yapmasında gösterdiği büyüklükte olduğu gibi rahatlarken, onlar da okundukça avunuyorlar; anlaşılma isteğinin, tarihsel helezonunda yatıştırdıkları, avuttukları ruhlarla, bütünlendiklerini fark ederek… Dertlenmeye giderken dert çözerek… Tam da dertli oldukları için derman olarak… Yanan iki mum gibi birbirine baka baka tükenmek, sanırım dertleşmek bu…
Onların yazınsal eserleri aynı zamanda bir yer. Zamanlarıyla tutunabildiğim yer. Varlıklarına dokunabiliyorum. Çünkü insan ruhunu anlatılarıyla somutluyorlar. Ayrılığı, aşkı, acıyı, yoksulluğu, haksızlığı… Belki de buydu dilekleri; izinden gideni, peşinden geleni görmek. Arkalarına bakmanın umutsuzluğunu yaşadıkları her anın içindeyken hissetmeleri yüzünden bu güne kaldılar. O artık bakışlar onları taş kesmedi, geleceğe şaheserlerle fırlattı. Ciaron gibi en baştan umutsuz oldukları anların bile büyük bir güç olduğu, bu insanların eserlerinin aynı zamanda bir kokuya, bir dokuya sahip olmaları, bir edebi eser olmaları dışında bir mekân, zamanla tutunulan bir mekân olmaları, belki de döngüsel duyumsayışlarının oluşturduğu sonsuzluk yuvacıllıklarından kaynaklanmaktadır. İçinde hala kuşların şakıdığı bir yuvacıllık bu. Çalı çırpı toplanarak ağaçlara yapılmış kuş yuvaları, örümcek ağının ardındaki Pamukkalevari yuva, yahut da ipekböceğinin kendini içine aldığı koza yuvalar canlanıyor gözümde.
Lee o kadar değil belki ama bu yazarlar (topyekûn dünyanın dertlerini dertlenmek yüzünden) çilekeşler ve buradan bakınca en şanslı oldukları nokta bitirilmiş bir hayat.
Lee o kadar değil belki ama bu yazarların gücü cesaret! Cesaretleri, anlatılarında yazı ile birleşmiş bir yaşamın dürüstlüğü; bu dürüstlükten hiçbir baskı nedeniyle vazgeçmeyişleri; mayalarını, yani yaşayıp gittikten sonra asıl sorumlu oldukları özlerini, söylemekten geri durmayışları; anlamlı bakışları; acının imbiğinden süzülmüş gülümseyişleri… Kim bilir belki beşi de kedi severdi. Derinlikli bir inceleme birçok ortak özelliği bir araya getirebilir… Okuyucu ile aralarında çıplak bir ilişki var. Dünya belleği dünya bilinci; her zamana filiz atabilecek bir tohummuş gibi sözcükleri…
Bu yazarların gücü, hangi dönemde ne yazmış olurlarsa olsunlar, bir ayna tutuyormuşçasına, bir nehir yutuyormuşçasına içinde bulunduğunuz ana, şimdinize, durumunuza uygun mutlaka bir şeyler söylüyor oluşlarıdır ki onların bilici gücü bu işte. Ayna oluşları… Bir şey tam da çözümünü aradığınız şekliyle, yazınsal anlatılarının içinde sizi ele geçiriyor. Düşünmeye başlıyorsunuz. Uzun süredir susmuş bir saatin dişlileri, incelikli, aynı anda; koro: “Ben oraya koymuştum almamışlar,” gibi, bir yere eriştiğiniz hissediyorsunuz. Nostaljik bir güvenle, tam da varlıklarıyla, şimdiye ilaç oluyorlar.
Bu uzun girizgâh, Harper Lee’nin Tesbih Ağacının Gölgesinde ve Marguerite Duras’ın Savaş Yılları Defterleri adlı eserlerini okurken oluştu.
Tesbih Ağacının Gölgesi’nde ya da İnsan Bir Kitap Bitti Diye Hasta Olur mu?
Harper Lee’nin Tesbih Ağacının başından inmeyen, yaz tatili için çocukluk evine gelen ele avuca sığmaz Scout’unun yaşamından bir kesiti, zaman içinde yolculuklarla anlattığı Tesbih Ağacının Gölgesinde adlı kitabını, yaz için çocukluğumun geçtiği yere döndüğümde okuyor olmak, dut ağacının başında geçmiş bir çocukluk da düşünülecek olursa pek manidar. Seneler önce Harper Lee’yi, ortaokul öğretmenimin getirdiği “Bülbülü Öldürmek” kitabı ile tanımış ve Scoutt’un varoluşsal yaşam coşkusuna aşık olmuştum. Jean Louise, Scout’un gerçek adı. Jean Louise olması gerekeni, Scout olanı temsil ediyor aynı kişide. İki isim Scout’un gerek çocukluk-ergenlik, gerekse de baba evi-yaşanılan şehir, kişinin öz doğası-toplumsal görüntüsü, anaforlarında gelişen çatışmaya uygun nitelikte.
Bir romanın en büyük başarısı, karakterleri kendimize özgü yaşar kılabilmemizi sağlamasıdır. Atticus, Doktor Finch, Jem, Henry, Alexandra, Calpurnia, Lee’nin anlatısıyla güçlü bir şekilde canlanabilen kişilikler.
“Herkese eşitlik, hiç kimseye özel ayrıcalık”
Kitapta tam da günümüzde de yayılan bir durum sorgulanıyor: “O eski hak, hukuk, insanlık gözetenler, şimdi kapitalizme, sisteme uyum sağlamak için kendi değerlerinden vaz mı geçtiler?” Scout’un hayal kırıklığı ile birlikte (tıpkı hamile olduğu düşüncesini kurması, geliştirmesi gibi) düşüncelerinden dolayı babası hakkında geliştirdiği nefret, kitabın sonunda kavga ile bir patlama noktasına ulaşıyor. Bu anlamda Scout’un “öpüşmekle geçen hamileliği” bu çatışmaya metefor olarak sunulmuş olabilir. Scout ile babası arasındaki çatışma, bir ağacın gövdesi ile sert dalları arasındaki uzaklık gibi. Tecrübenin, insanı, durumlar karşısında yumuşatabildiğini, bir şekilde “orada” olmaya devam etmenin yolunun, şiddetle değil, hakla, hukukla olması gerektiğini söylüyor Atticus. Scout babasının kafasında şekillendirdiği cümleyle arıyor. “Herkese eşitlik, hiç kimseye özel ayrıcalık” Sonunda temel çelişkinin, kızın babasının varoluşuna birebir bağlanmış olduğunun anlaşılması, kendi görüşlerini oluşturabileceği şekilde psikoorganik ipliklerin kopmamış olduğunun anlaşılmasıyla bitiyor. Scout bir başkası olduğunu anlamaya ihtiyaç duyduğu kırılmayı amcasının şamarı ile yaşıyor.
“İnanç ve önyargı; biri temiz biri kirli iki sözcük… İkisi de mantığın bittiği yerde başlıyor.”
Atticus, bilge bir kişi. Yaşam gerçeklerini bilip, Scout’un ona verdiği değerle okuyucuyu da hem güçlü gerçekçi hem de gizemli dünyası ile etkiliyor. Sanki tüm durumlara çift yönlü bakabilen birilerine özgü analitik bir bilgelik onunki: İnanç ve önyargı; “Biri temiz biri kirli iki sözcük. İkisi de mantığın bittiği yerde başlıyor.”
Scout karakteri ile somutlanan varoluşsal yaşam coşkusu özünü gerçeklikten alıyor. Bir kişinin kendi kafasında kurduğu dünya ile dış dünya arasındaki çatışmanın hangi boyutlara varabileceğini Scout’un kendini hamile sanması ve doğum yapacağını düşündüğü gece intihar planı yapmasında görebiliyoruz. Öylesine saf, dolaysız, öylesine büyük bir incelikle işlenmiş ki bu dünya, adeta zihinsel bir patikadaymışız gibi, okuyucuyu bu iç dünyada elinden tutuyor, gezdiriyor Lee. Scout’un gerçekliğe çarpış anında yaşanılan dolu yağışı ile de okuyucuyu bıyık altından güldürüyor. Yeryüzünde sevgi bir doğa olayı olsa böyle anlatılırdı. Hepimizin bildiği bir durumu bilmeyen birinin ihtiyaç duyduğu bizim yol göstericiliğimizden mahrum kalmış biri, komedinin unsurlarından birini yaratıyor. Okuyucuya üstünlük duygusu veriyor. Herkesin bildiği bir şeyin bilinmemesi üzerinden yalın bir durum komedisi yine bu yalınlık yüzünden dilediğimiz derinliğe çekilebilecek güçte; inancın gücü, bilgisizliğin güçsüzlüğü, korkunun insanı ne hale getireceği…
Savaş Yılları Defterleri
“Bütün ülkelerin ölüleri birleşiniz!”
Savaşın insanları ne hale getirdiğini, bu kadar çarpıcı bir şekilde okuyabileceğimiz başka bir metin var mıdır bilmiyorum:
“…bana artık nasılsın demiyorlar, günaydın demiyorlar, hiç haber yok mu diyorlar.”
“İnsanların geçmişleri unutulabilse, asla savaş olmazdı.”
“Hernandez, İspanya Cumhuriyeti için gözünü kırpmadan ölebilirdi, dolayısı ile öldürmeye hakkı vardı.”
“İç savaşı sürdürmek için rahatlıkla kendi kafasına sıkabilirdi.”
“Para yoksa erdem geçersizdi ve masumiyet mahkum edilebilirdi”
Ebruli Pembe Defter, anlatısı en güçlü olan defter. Şaşırtıcı olanı, yalının içinde, verebilmesi en büyük hüneri. Şefkatle yaklaştığınız annenin sayfalar ilerledikçe gerçek bir kişiye dönüşmesi çok etkileyici. Olumlu ve olumsuz özellikleri, temel yönelişinin oldukça net oturtulması ile. Böylece, atmosfere girebiliyorsunuz. “Anne” karakteri günümüz yaşantısı düşünüldüğünde oldukça ilginç; eğitimli bir kadın erkek çocuklarının eğitimi ile ilgilenmiyor.
Duras, dönemin coğrafi ve tarihi koşulları içinde gezdirerek, okuyucunun daha kolay özdeşim kurduğu “ben dili” ni kullanmasına rağmen, herkesin kâğıtlarını görebilen biri olarak, gerçekçi bir mesafede bakıyor. Yaşayan ve anlatan kişi olarak, okuyucuyu, üçüncü kişi seçmiş olması, anlatının gücünü artırıyor. Çünkü burada ele verme ve oynamaya devam etme var. Bir şekilde şikâyetçi olduğu yaşama devam etme zorunluluğu var. Okuyucu ile asıl paylaştığı bu ve günümüz okuyucusu için oldukça güçlü bir izlek. Gücünü doğallığından, samimiyetinden alan bir dil Ebruli Pembe Defter’deki. Elbette ki çevirinin güzelliği de etkendir. Bu birinci defterdeki anlatının, devam etmesi gereken bir roman olmasını diliyorsunuz okurken. Asla bu haliyle bitemez diyorsunuz. Devam etmesi yaşaması gerek. Biten defter değil de ölen bir insanmışçasına kalıyor orda. Anlatının böyle defter defter ilerlemesi tam da savaş yıllarının parçalanmışlığına uygun bir şekilde (okuyucuyu da klasik roman örgüsünün parçalanmasına alıştırarak) ilerlemesi, daha sonraki defterlerde anlatılan kişilerin aynı kişi olup olmadığının belirsiz verilmesi içeriği şekil olarak da güçlendiriyor.
Birinci defterde anlatılan yaşam mücadelesinde en çok dikkati çeken, kızın annesinin ve psikopat abisinin dayaklarını direnmeden kabul etmesi, dayakları, küfürleri, neredeyse yaşamlarının doğallığı, olmazsa olmazı gibi görmesi. Bu hastalıklı ruh halini bütünleyense gene kızın hastalanmış ruhu gibi görünüyor. O küfürler, dayaklar doğal çünkü hak ediyor. Zaten gerçekte abisinin söylediği, “kancık, fahişe, pislik, mikrop” gibi aşağılamaların doğru olduğunu ve abisinin gerçekleri görüp söylediğini düşünüyor. Burada şiddetin doğuşu ile ilgili aile odağından değerlendirerek konuşmamız gereken şu: Gerçekte şiddeti yaratan kızın düşünceleri mi, yoksa abinin davranışları sonucunda gelişmiş düşünceler olabilir mi? Yoksulluğun büyüttüğü şiddet içinde sevgisizliğin intikama dönüşmüş hali gibi abisinin davranışları. Ve daha da kötüsü ikili arasında bu şiddet ilişkisi yıkıcı bir bağımlılık düzeyinde. Hiçbir yere gitme şansı ve umudu olmayan bir kızın umutsuzca yaşadığı hayatı kabullenişi elbette ki asıl doku. Günümüz yaşantısında hala kız çocukları için bir ölüm kalım meselesi olan ve çoğu kişinin sır gibi sakladığı bu yıkım ilişkisini toplumlar değişse de yoksulluk değişmedikçe, adaletsizlik değişmedikçe değişmeyecek olan bu ilişki biçimini çok duru bir şekilde anlatıyor Duras. Erkek çocuklarının kötü yetiştirilmesi, paranın ahlakla olan doğrudan ilişkisi… Yoksulluk zarı üstünde insanın temelde nasıl da ikiyüzlüce bir yaşamı benimsemiş olduğunun ortaya çıkışı, kız çocukları üzerinden ilerletilen namus kavramı ve ahlak üzerine düşündürüyor.
Son yıllarda artan kadına şiddet olaylarını anlamak için herkesin okuması gereken bir kitap. Gerçekte asıl sorunun yoksullar, zenginler ve başka ırktan, başka ulustan olanlar arasındaki bir sınıf mücadelesi olduğunu anlatıyor. Kadına şiddetin savaş yılları atmosferinde ele alınması, böyle bir fonla olan ilişkiyi düşündürtüyor ister istemez. Bir toplumda can güvenliği azaldıkça, bombalar patladıkça, insanların ölüm korkusu artıyor ve tıpkı yoksulluk gibi ölüm korkusu da şiddeti doğuruyor. Kime şiddeti? Güçsüz olana… Eğitim, sağlık, gelenek görenek, din koca bir sistemle güçsüz kılınana…
Bu savaş fonunda tüm uysal varlığı ve ailesine destek olma çabası ile aynı zamanda büyük bir isyanı içinde taşıyan kız, aile ilişkilerini de sorgulatıyor. Ailedeki insanlar gerçekte birbirinin malı mıdır? Sınırlarımız nereye kadar?
Savaşın dili yarım kalan cümleler…
Her iki kitap da epey acı çektiğimiz şu son yıllarda acı soyacağı işlevi görüyor, nasırlaşmış yüreğimizi soyuyor, soyuyor… Bizleri yüz yıl öncesindeki insanların acılarına bitiştiriyor… Böylece yeniden duygulanabiliyor, düşünebiliyor, konuşabiliyoruz… Kanayan yerleriyle yüreklerimizin… Kim bilir bu iç su ile başka kitaplara da akar gideriz…
Keyifli okumalar…
-
(ortaokul öğretmenim, “eğer kitap okuma isteğinin gelişmesini istiyorsan, kitabın en güzel yerinde mola ver, böylelikle heyecanla geri dönebilirsin,” demişti bu kitabı verirken ve ben her sayfadan sonra neredeyse bir mola vermiş, sonunda bununla baş edemeyeceğimi, öğretmenimin daha vasat kitaplardan söz etmiş olabileceğini düşünerek kitabı bir solukta okuyup bitirmiştim.)