Oldukça sansasyonel bir hayat yaşayan Romain Gary’nin otobiyografik izler taşıyan aynı adlı novellasından uyarlanan “Beyaz Köpek” ırkçılık eleştirisi temelinde pek çok insani durumu derinlemesine tartışmaya açan bir film.
Émile Ajar müstear ismiyle de romanlar yazan ve hatta bu romanlarından biriyle Fransa’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Goncourt Edebiyat Ödülü’nü kazanan Romain Gary, Fransa’nın Los Angeles başkonsolosu olarak görev yaptığı dönemde -yine kendisi gibi fırtınalı bir hayat yaşayan- eşi ünlü aktris Jean Seberg’le birlikte sokakta oldukça sevimli bir köpek bulurlar ve sahiplenirler. Köpeği alıp evlerine götüren çift, bu masum ve sevimli köpeğin evin siyah bahçıvanına saldırmasıyla birlikte şaşkınlığa uğrarlar. Sonraları köpek evden kaçıp birkaç kere daha siyahlara saldırdığında, onun bir ırkçı tarafından yetiştirilmiş ve siyahlara saldırmaya şartlandırılmış bir köpek olduğunu anlarlar. Yazar yaşadıkları bu olaydan yola çıkarak “Chien Blanc” (Beyaz Köpek) isimli yer yer kara mizah tonları da barındıran ve sert bir ırkçılık eleştirisi içeren bir novella yazar. Kritik edeceğimiz film bu romandan uyarlanmıştır. Ancak film eleştirisine geçmeden ABD’de ırkçılığın tarihine kısa bir göz atalım.
Romain Gary ve Jean Seberg
Topraklarını işgal ettikleri, Avrupa’dan kıtaya getirdikleri salgın hastalıklarla ve tüfek marifetiyle kitlesel soykırıma tabi tuttukları Amerikan yerlilerinden boşalan arazilerde tarım yapabilmek için işgücüne ihtiyaç duyan batılı sömürgeciler, Avrupa’nın yoksul beyazlarına düşük ücretler verip çalıştırmak yerine, daha şeytani bir planda uzlaştılar: Kölelik. Her ne kadar 16. Yüzyılda kölelik arkaik bir fikir gibi görünüyor olsa da, Avrupa kapitalizmi onu Karayipler’de ve Afrika’nın derinliklerinde yeniden keşfetti.
16 ve 19. Yüzyıllar arasında milyonlarca kara derili insan sömürülmek için Afrika’dan ve Karayipler’den yeni kıtaya, gözünü para hırsı bürümüş köle tacirleri tarafından gemilerle berbat şartlarda taşındı durdu. (Sayısı bilinmemekle birlikte milyonlarca Afrikalının bu yolculuklarda öldüğü biliniyor.)
Pamuk ve şeker üreten plantasyonlardan kaçan köleleri yakalamaları veya geride kalan kölelere gözdağı verebilmek için onları öldürmeleri amacıyla eğitilen köpeklere, (filmdeki anlatımdan yola çıkarak) white dog ismi verildi. Kölelik kaldırıldıktan sonra da özellikle güneyde kağıt üzerindeki vatandaşlık haklarını kullanmaları engellenen siyahlar, Ku Klux Klan ve benzeri ırkçı örgütlerin saldırısına uğradı, linç edildi ve devlet her zaman saldırgan beyazların yanında oldu.
Pamuk Tarlasında Köleler
Tarihi bir ironi olarak Avrupa kapitalizminin korkunç sermaye birikiminde ve Amerikan kapitalizminin dünya liderliğini ele geçirilmesinde, kanları dökülen ve emekleri çalınan siyahlar, aynı zamanda her zaman beyaz nefretinin de odağında bulundular. Bu durum bugün geçici olarak demokrasi ve insan hakları söylemleri çerçevesinde maskelense de hala devam ediyor.
Amerikan ırkçılığının arka planını anlattığımız bu kısa girişten sonra filme dönelim artık.
1970 yılında yayınlanan romanın haklarını satın alan Paramount Stüdyoları, filmi çekmesi için bir yönetmen arayışına girer. Amerikan sinemasına taze bir soluk getiren ve özellikle Rosemary’nin Bebeği filmiyle dikkatleri üzerine çeken Roman Polanski’yle filmi yönetmesi için büyük ölçüde anlaşılır; fakat Polanski, daha sonra üzerinde çok tartışılacak ve hatta kendisinin ABD’yi terketmesine yol açan reşit yaşta olmayan bir kızla cinsel ilişki iddiaları yüzünden elenir.
Bir akıl hastanesinde geçen Shock Corridor isimli, Amerikan hayat tarzına, ABD’nin savaş politikalarına, ırkçılığa ve modernizmin akıl sağlığı tahayyülüne eleştiriler getirdiği, anlatım ve biçim olarak sınırları zorladığı (film siyah beyazdır ancak, hastanedeki “deliler” rüyalarını renkli görürler, bunlar kimi belgesel görüntülerdir, Afrika’dan yerli dansları, savaşlardan kesitler vs) filmiyle kariyerinde zirve yapmış Samuel Fuller’e teklif götürülür ve yönetmen teklifi kabul eder.
Shock Corridor filminden bir sahne, Güney’deki üniversitelerden birine giren ilk siyahlardan olan karakter ırkçı baskılar sonucunda delirir ve kendini Ku Klux Klan önderlerinden biri sanmaya başlar.
1912 doğumlu olan ve 40’lardan beri sinema sektörünün içinde bulunan Fuller, sinemada dönem dönem öncü, kimi zaman yenilikleri takip edip onları kendine özgü bir şekilde yorumlayan ve mevcut iktidarlarla ve Hollywood’la şu ya da bu ölçüde hep çatışan bir yönetmendir. Belki de film için seçilebilecek en iyi yönetmen.
Çekimleri 1982 yılında tamamlanan ve 7 milyon dolar bütçeyle birkaç hafta gibi kısa bir sürede çekilen film, ırkçılık temasını ele aldığı ve filmde siyah karakterler bulunduğu için, önce yasal eşitlik talebiyle örgütlenmiş önemli bir reformcu hareket olan “Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik”ten (NAACP) bir komiteye gösterildi. Komite filmin ırkçı şiddeti teşvik edebileceği kaygısı ve ırkçılık sorununu bir köpek üzerinden gündeme getirdiği için filmi boykot etmekle tehdit etti. Yönetmen Fuller, NAACP’nin eleştirilerini yersiz bularak filminin arkasında durmasına ve Paramount’u korkakça davranmakla suçlamasına rağmen, başı Hollywood’daki grevlerle dertte olan şirket boykot tehdidini gözardı edemedi ve Detroit, Seaatle gibi şehirlerde bazı küçük ön gösterimlerle kamuoyu tepkisini ölçmeye çalıştı. Film beklendiği gibi olaylar yaratmasa ve büyük sansasyonlara yol açmasa da, yapımcı şirket filmi dağıtmaktan vazgeçti ve film nihayet 2008 yılında (birazdan değineceğiz) tekrar görünür olana kadar makûs kaderine yenik düştü.
1982’den 2008’e kadar yalnızca Avrupa’da bazı festivallerde ve Amerika’da kimi sanat evlerinde sınırlı gösterimlerle insanlara ulaşabilen ve beğeni toplayan film, aslolarak Amerikan kablo tv şirketlerince satın alındı ve televizyon için kırpılıp orijinalinden oldukça farklı bir halde televizyonlarda dönem dönem gösterildi. 2008 yılında sinema tarihinin önemli filmlerini restore ederek bir koleksiyon haline getiren Criterion Collection tarafından kesilmemiş haliyle dvd formatında piyasaya sürüldüğünde sinemaseverler bu başyapıtı görme fırsatı elde etti.
Bugün sinema tarihinin en önemli ırkçılık karşıtı filmlerinden biri olarak gösterilen film, yazının başında belirttiğimiz gibi gerçek bir olaydan yola çıkıyor. Hollywood’da kariyer yapmak isteyen genç oyuncu Julie Sawyer (Kristy McNichol) karanlık ve ıssız bir dağ başında arabasıyla ilerlerken beyaz bir Alman çoban köpeğine çarpar. (Ülkemizde daha çok Alman kurdu olarak bilinirler.) Köpeği hemen bir veterinere götüren genç aktris adayı, veterinerden köpeği sahiplenmezse onun barınağa verileceğini ve üç gün içinde sahiplenen çıkmazsa köpeğin öldürüleceğini söyler.
Filmde köpeğin yer aldığı sahneler beş ayrı köpekle çekilir. Köpeklerin isimleri Son, Hans, Duke, Folsom ve Buster’dır.
Oldukça uysal, bakımlı ve sevimli görünen köpeğe acıyan Julie köpeği evine götürerek bakımını üstlenir ve bu sırada köpeğin asıl sahiplerini aramaya başlar. Bir tecavüz girişiminden, köpeğin tecavüzcüye saldırmasıyla kurtulan genç oyuncunun köpeğe ve ilişkilerine bakışı değişir ve aralarında filmin sonuna kadar devam edecek güçlü bir bağ kurulur. Köpeğin gerektiğinde saldırganlaşabildiğine dair ilk işaretleri edindiğimiz bu sahneden sonra köpek evden kaçar ve sokakları yıkayan bir temizlik kamyonunun siyah sürücüsüne saldırarak onu ağır yaralar.
Fuller bir taraftan izleyiciyi köpeğe karşı güdülerken kameranın tüm imkanlarından yararlanır, birkaç sahne önce sarılıp öpmek isteyebileceğiniz bir tatlılıkta olan köpek, usta işi çekimlerle birkaç sahne sonra bir canavara dönüşür. Köpeğin sevimli ve uysal davranışlarıyla güçlü bir tezat oluşturan saldırganlaştığı sahneler izleyicinin köpeğe karşı olumlu ya da olumsuz duygular geliştirmesine izin vermez. Acımak, anlamak, nefret etmek, korkmak, tiksinmek ve yeniden acımak ve anlamak arasında gidip gelir izleyici. Bu duygusal gerilimden, duygu sömürüsü yapmak için yararlanmaz yönetmen, izleyicinin kendi kararını verebilmesi için hikayeyi uzaktan izlemesine izin verir ancak. Sadece köpekle değil filmdeki karakterlerle de özdeşim kuramaz izleyici, herkes haklıdır, herkes yanılıyor olabilir, sorun kolaylıkla içinden çıkılabilecek kadar basit değildir.
Sinema tarihinin en unutulmaz hayvan karakterlerinden biri olan white dog’un filmde bir adı yoktur.
Kendisi de bir Yahudi olan ve Yahudi Soykırımı’na şahitlik eden Fuller yine de tüm insani direnciyle ırkçılığın köklerini anlamaya odaklanır, kolaycı yoldan işin içinden sıyrılmaz. Köpeğin sahibinin Julie’den köpeği almaya geldiği sahne adeta tüm bunlara ışık tutar. İki sevimli torunuyla köpeğini istemeye gelen oldukça sıradan ve tonton görünen yaşlı bir adam, köpeği siyahlara karşı eğiten bir ırkçıdır. Faşizmin ve onun dayanağı ırkçılığın en önce sıradan ve kendi halinde insanların içinde kökleştiğini vurgular yönetmen.
Sekansların dramatik etkisini artıran müziğin, Bir Zamanlar Amerika’da, The Thing, İyi, Kötü, Çirkin ve Birkaç Dolar İçin gibi önemli filmlerin müziklerini yapan Ennio Morricone tarafından bestelendiğini ve filmin genel tekinsiz atmosferinin yaratılmasına katkıda bulunduğunu da analım. Filmde de atıfta bulunulan Dr. Jeykll ve Mr. Hide öyküsü gibi ikili bir hayat yaşayan, yer yer sakin yer yer saldırgan olan köpeğin ruh haline ve davranışlarına uyum sağlayan müzikler filmin başından sonuna kadar izleyiciyi diken üstünde tutma amacına ulaşıyor. Eğer film müzikleri bugün Jaws’ın tematik melodisi kadar meşhur değilse, bunda filmin rafa kaldırılmasından başka bir sebep aramamak gerektiğini belirtmek gerekir.
Öyküye dönersek, siyahlara saldırmak için fırsat kollayan hatta böyle bir bağımlılığı olan köpeğin Julie’nin set arkadaşı siyah başka bir oyuncuya saldırmasıyla birlikte, Julie’nin sevgilisi köpeğin öldürülmesi gerektiğinden bahseder.
-Bu köpek bir ruh hastası
-O zaman tedavi edilmeli
-Onu bu hale getirenler kalıcı olarak getirdi
-O zaman onlar uyutulmalı
Yukarıda andığımız diyalog filmin tüm tartışmasına da ışık tutmaktadır. Irkçılığı bir tür hastalık gibi gören film, bu hastalığın tedavi edilip edilemeyeceğini araştırır. Meşhur Pavlov’un köpeği deneyinde olduğu gibi köpek koşullandırma yöntemiyle siyahlara saldırması için eğitilir. Köpeğin ırkçı eğitmeni, henüz köpek yavruyken uyuşturucu ve alkol bağımlısı ve paraya ihtiyaç duyan düşkünleşmiş birkaç siyahla köpeği acımasızca dövmeleri için anlaşır. Sürekli olarak siyahlardan dayak yiyen ve beyaz sahibinin iyi davranışlara maruz kalan köpek en sonunda siyahlara karşı bir korku ve öfke geliştirir ve onlar kendisinden saldırmadan önce, o onlara saldırır.
Toplumsal ayrımcılık her zaman ötekileştirme üzerinden derinleşir. Amerikan ırkçılığından hiçbir çıkarı olmayan beyaz yoksulların uzun bir süre siyah düşmanlığı yapmasının sebebi, bundan yararlanmak isteyen kapitalistlerin, siyahlar özgür olursa işlerinizi elinizden alırlar veya ücretlerinizin düşmesini sağlarlar demagojisine dayanır örneğin. Bir demagoji yeterince yapıldığında bir şartlanmaya dönüşür. Irkçılığın tabii ki tek kökeni bu maddi temeller değil, kölecilik yüzyılları boyunca her türlü eziyete maruz kalmış siyahların intikam almalarından korkulmasıdır da aynı zamanda. Michael Moore, Benim Cici Silahım ismiyle Türkçeleştirilen belgeselinde bu argümanı bol bol kullanır. Tıpkı filmdeki köpek gibi, insanlar da koşullandırmalardan zihinsel anlamda tümüyle muaf değillerdir.
Keys ırkçılığın tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu kanıtlayabilmek için insanüstü bir çaba sarfeder.
Her şeye rağmen suçluların insanlar olduğunu düşünen Julie, köpeğin tekrardan eğitilebileceğini düşünerek zihnindeki “ırkçı” şablonun sökülüp atılması için onu Hollywood filmleri için hayvanları eğiten Nuh’un Gemisi isimli bir şirkete götürür. Burada aslan terbiyeciliği de yapan Keys isimli bir eğitmen –ki kendisi de siyahtır- köpeğin bir “white dog” (yani ırkçılar tarafından yetiştirilmiş bir köpek) olduğunu anlar ve sosyolojik bir deney yapmak için köpeği tekrardan eğitmeye karar verir.
Köpek ve onun içindeki ırkçılığı yok etmek isteyen eğitmeni arasındaki mücadele filmin temposunun en çok yükseldiği ve Samuel Fuller’in tüm yönetmenlik becerilerini sergilediği nefes kesen sahnelere dönüşür. Adeta Moby Dick ve Kaptan Ahab arasındaki destansı savaşı andıran bir psikolojik savaş yaşanır. Köpek siyahlardan nefret etmektedir ve içindeki nefreti yenmesi için Mr. Keys elinden gelen tüm yöntemleri kullanmakta kararlıdır ve yöntem olarak da sevgi ve güven vermeyi seçmiştir.
Dikkat yazının bundan sonraki bölümü filmin sürpriz gelişmelerini ele verir!
Filmin uyarlandığı romanın finalinde Keys karakteri, köpeğin içindeki siyahlara karşı olan şartlanmayı beyazlara yönelterek onu başka türden bir “ırkçılığa” yöneltir, bu bağlamda Romain Gary insanlığa karşı duyduğu büyük umutsuzluğu yansıtır. Fuller ve senarist Curtis Hanson farklı bir final kararlaştırırlar. Keys köpeği eğitme yolunda büyük aşamalar katetse ve hatta onun güvenini bir ölçüde kazanabilse bile, nefret ve saldırganlıkla bir cinayet aygıtına dönüştürülen köpek bu kez başka bir beyaza saldırır ve Keys’e köpeği öldürmekten başka bir çare kalmaz.
Filmin finali hakkında farklı okumalar yapılabilse de, ırkçılığın tedavi edilemez bir hastalık olduğu ve insanlığın köpek metaforuyla simgeleşen ırkçılıktan ancak onu yok ederek kurtulabileceği çaresizce kabullenilir.
Keys ırkçılığı bilimsel olarak çürütmek için köpeği yeniden eğitmek istese bile bunu başaramaz. Köpek kilisede bir siyahı parçaladıktan sonra bile gözyaşları içinde köpeği eğitmeye devam etmeye karar verir. Filmin çok katmanlı yapısı insan-hayvan ilişkilerine de göndermelerde bulunur. Zira uygarlığımızın temelinde hem insanın insanı, hem insanın doğayı sömürmesi vardır. Fuller’in soruna dair açık çözüm önerileri yoktur, film kafalarda pek çok soru işareti bırakarak biter.
Yönetmen Samuel Fuller sette Beyaz Köpek’lerden biriyle birlikte.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın, islamofobinin, kadınlara ve tüm ötekilere karşı nefretin yükselişe geçtiği ve insanlığı hızla girdabına çektiği bu dönemde, bu hastalıklı insani varoluşa karşı neler yapılabileceğini tartışabilmek için film önemli ufuklar sunuyor.